bal-tutanlar.jpg [1]
“Bal Tutanlar” Erol Toy’un romanlarından birinin adı. “Bal Tutanlar” yeni kurulan bir devlette, Türkiye’nin ilk zenginlerinin oluşumunu anlatıyor. İlk baskısı 1976 yılında yapılan roman, tarihi roman türünde. 70’li yıllarda bu romanın yayınlanması bir tesadüf olmasa gerek. Bir yandan Türkiye kapitalizminin gelişmesi, burjuvazinin iyice semirmesi ve yüzlerce işçinin çalıştığı büyük fabrikaların sayısının hızla artması, diğer yandan işçi eylemlerinin hızla yayılması ile toplumda “sermaye sahipleri bu zenginliğe nasıl kavuştu?” sorusunun sorulması... “İmparator” gibi kitaplarıyla sermaye sahiplerinin kökenini romanlara aktaran Toy, bu kitabında da benzer bir gerçekliğin perdesini aralıyor. Cumhuriyetin bal tutan sermaye kuşağının tarihsel gelişim öyküsünü anlatıyor.
“Bal Tutanlar”, Çukurova’nın, Ege’nin bereketli topraklarına kimlerin el koyduğunu, tüccar ve sanayicilerin nasıl sermaye sahibi olduğunu, Koç ve Sabancıların nasıl büyük tekeller haline geldiğini bir roman kurgusu içinde anlatılıyor. İttihat ve Terakki döneminden başlayarak, Cumhuriyet ve Demokrat Parti (DP) dönemine kadar Türkiye’de bir avuç zengin nihayet ete kemiğe bürünmüştür fakat bu kökleniş milyonların sefalet çukuruna itilmesiyle gerçekleştirilmiştir.
Osmanlı’da ve yeni kurulan Cumhuriyette bal tutanlar hiç değişmedi. Paşalarla, bakanlarla, bürokratlarla içli dışlı olanlar zamanla büyük servetlerin sahibi oldular. Onlar hiç kimseye hesap vermeden her türlü olanaktan ölçüsüzce yararlanmasını bildiler. Halkın, yoksul işçi ve emekçilerin payına ise sabretmek, şükretmek, kanaat etmek düştü.
İttihat ve Terakki döneminde iyice artan kapitalist Avrupa ile ilişkilerde mal ve hizmetlerin alımında devlet çarkları arasında rüşvet, çıkar ve zimmete para geçirmelerin her türlüsü görülmeye başlanır. Düzene ayak uyduramayan dürüstler devletin çarkları arasında çeşitli dalaverelerle sürgüne yollanıp elenirler. Bu durum savaştan sonra da devam eder. Yeni devletin kurucu unsurları olacak egemen kesimler, Balkan savaşlarından ve Dünya Savaşından yorgun düşen halkı Milli Mücadeleye dâhil etmek için çeşitli vaatlerde bulunurlar. Örneğin “düşman ülkeden kovulduğunda toprak halka bölüştürülecektir”. Toprak vaadini duyan topraksız köylüler bütün arzularıyla cephelere atılırlar. Fakat balın tadını alanlarla, ağzına bir parmak bal çalınanların kaderi asla aynı olmaz. Savaş bitip de toprak yine beylerin tapulu mülkü olunca “bizi kandırıyorlar” diyenlerin cılız seslerinin hangi trajedilerle yok edildiği de bu tarihi romanda acı acı anlatılır.
Bal tutanların ilerleyişi yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde CHP ve DP iktidarları döneminde de devam eder. Atatürk, İnönü ve Bayar, fabrikaların kurulması, devletin güçlenip büyümesi için her zaman kapitalist girişimcilerin arkasında olurlar. Kitapta İzmir İktisat Kongresi, devlet ve özel bankaların nasıl fonlandığı ilginç diyaloglar eşliğinde anlatılıyor. Kitapta küçük bir dükkânı, sermayesi veya devlet bürokrasisi ile yakınlığı olanların nasıl zenginleştiği işleniyor. Kurulan cumhuriyet ve onun yöneticilerinin iş adamlarıyla kurduğu ittifak bütün acımazsızlığı ve çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor.
Bal tutanlardan birisi de Hacı Ömer Sabancı’dır. Sabancı’nın pamuk işçiliğinden banka sahipliğine uzanan sıçramaları diyaloglar eşliğinde kitapta ele alınır. Sermaye sahibi olmak kişilerin ruh dünyalarının, hayata bakışlarının muazzam derecede farklılaşmasına neden olur. Rekabet ve dünya pazarında daha fazla sermaye ele geçirme hırsı bütün bal tutanların idealidir. Bal tutanların bu uğurda göze alamayacağı hiçbir şey yoktur. Savaş, kriz, halkın işsizlik girdabına düşmesi dahi bu kişileri yolundan çevirmemiştir.
Türkiye’de sermaye sınıfının zenginliği, savaş vurgunlarıyla, Rum ve Ermenilerin varlıklarına el koymalarla, devletin kasalarından akan teşvikler ve işgücünün acımazsıca sömürüsü ile elde edildi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar zengin ve fakir arasındaki büyük fark kapanmak şöyle dursun her geçen gün kat kat açılmaya devam etti, ediyor. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından halkın ekonomik, siyasi ve demokratik hakları tanınmadı. Örneğin toprak reformu gerçekleşmedi, işçilerin örgütlenmesine izin verilmedi. Topraklar, fabrikalar, krediler bir avuç varlıklı, zengin, sermaye sahibinin gelişip güçlenmesi için devlet tarafından kendilerine adeta hibe edildi. Devlet ekonomik-siyasi uygulamalarıyla zenginler sınıfını yarattı. Bu zenginlerin sahibi olduğu bugünkü düzende işçi ve emekçilerin hayat savaşı tüm acımazsızlığıyla devam ediyor.
“Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz” diyen Cumhuriyetin kurucuları bal tutanları ihya etti. Bu devlette işçi ve emekçiler arılar gibi çalışıp bal kovanlarını doldurdu, zenginliğin temel harcı oldu. Sermaye ve emek arasındaki uçurum her geçen gün büyüdü. Çıkarları birbiriyle asla bağdaşmayan iki sınıf arasında bölünmüş bir ülkede tüm halkın eşit haklara sahip olduğunu, milli gelirin adilce bölüşüldüğünü aklı başında olan hiç kimse ileri süremez. Aynı ulusa mensup olsalar da sermaye sınıfı işçi ve emekçileri alabildiğine sömürür. Türkiye’de dolar milyarderinin sayısı artıyor, Türkiye sermayesi alt-emperyalist bölgesel bir güç seviyesine ulaşıyor, fakat işsizlerin, asgari ücretlilerin ve yoksulların sayısı da geri dönülmez bir noktaya doğru yol alıyor. Geldiğimiz bu nokta düşünen her işçi için muhasebe yapma vaktidir. Ya kapitalist sisteme karşı örgütlü mücadele ya da finans kapitalin kârları uğruna yok olup gitmek!