BEDEL. Sözlüklerde “bir şeyin yerini tutabilen karşılık” anlamına geliyormuş. Biz işçilerin hayatında da fazlasıyla yeri olan bir kelimedir. Sıklıkla bedel veriyoruz, bedel ödüyoruz ya da bedel ödetiyorlar bize. O zaman bu sözün bizim açımızdan sözlükteki tanımından daha derin bir manası olması gerekir diye düşünmeden edemiyor insan. Öyle ya, bir şeylerin karşılığıysa ve biz de sürekli bu karşılığı ödüyorsak peki neden hiç geçmiyor yoksulluğumuz? Neden üç kuruşun peşinde ömür çürütüyoruz?
BEDEL. Sözlüklerde “bir şeyin yerini tutabilen karşılık” anlamına geliyormuş. Biz işçilerin hayatında da fazlasıyla yeri olan bir kelimedir. Sıklıkla bedel veriyoruz, bedel ödüyoruz ya da bedel ödetiyorlar bize. O zaman bu sözün bizim açımızdan sözlükteki tanımından daha derin bir manası olması gerekir diye düşünmeden edemiyor insan. Öyle ya, bir şeylerin karşılığıysa ve biz de sürekli bu karşılığı ödüyorsak peki neden hiç geçmiyor yoksulluğumuz? Neden üç kuruşun peşinde ömür çürütüyoruz?
Birisi kârına kâr katacak, sermayesini şişirecek diye yerin yüzlerce metre altındaki karanlık dehlizlere inip kömür çıkarıyoruz. Çoğumuz hastalanıyoruz, bedelini sağlığımızla ödüyoruz, kimimiz canıyla. Bazen de Somalı 301’imiz gibi topluca ödedik bedeli. Sonra çıktı beyzadenin biri; “benim kömürüm şöyle kalitelidir, böyle kalitelidir” dedi ve ekledi “fiyatı şudur”. “Yanlışın var beyzadem! Çoktan ödendi o kömürün bedeli, 301 işçinin canıyla” diyemedik.
İşçiler olarak dünyanın en büyük havalimanını yaptık. İnip kalkan uçaklarına ancak uzaktan bakıyoruz. Yaparken insanca ücret alamadık, düzgün beslenemedik, onlarca canımız gitti. Dünyanın en büyüğünü bitirmek hayatta kalanlarımız için sadece dört yıl sürdü. Tamamlanınca burada da bir beyzade “yaptığımız eser ile övünün, sadece havalimanı değil aslında bir zafer anıtı yaptık, 35 milyar dolara bitirdik” dedi. Diyemedik suratlarına “yanlış olmasın beyim, hiç görmedik seni bu inşaatta ne harç kararken, ne çimento taşırken. Ne tatsız tuzsuz, kurtlu yemekleri yedin bizimle, ne de tahtakurularıyla paylaştın yatağını. Ne canından oldun diye ardından ağlayan bir karın var ne çocukların. Sen nereden yapmış oluyorsun bu zafer anıtını?” diyemedik yine.
Giyinenler süslensin, daha fiyakalı görünsün diye kot taşlamamız gerekiyordu. Her fiyakanın bir bedeli var tabi. İş bitince ürettiklerimizi sahiplendi bir para babası. Koyup pantolonları, gömlekleri mağazasının raflarına, yapıştırdı etiketleri. Fiyatı 300 lira, 350 lira. Geçerken ancak camekânından bakabildik. Bir hışımla girip o mağazaya “kaldırın bu etiketleri, silikozis hastası olduk, ciğerlerimiz kurudu, ömür dolusu bir nefese hasret kalarak! Ciğerlerimizle, giden canımızla ödedik biz bunların bedelini” diyemedik.
Allah beterinden saklasın. Beterin beteri var derler ya hani, bedelin de bedeli varmış. İşçi sınıfı olarak hepimiz gayet iyi biliyoruz, çünkü bizzat yaşadık ve gördük. O kadar çok gitti ki bizden. Ekmeğimizden, aşımızdan, alın terimizden, canımızdan gitti. Bedeli hep biz ödedik. Dönüp durup yine ödedik. Ödedikçe daha da çok gitti bizden. Ama bir türlü hesabını soramadık. Artık yetmeli. Bedel ödetenler, bedel ödemeli!