Hayat pahalılığının her geçen gün artığı, bütün tüketim kalemlerine zamların geldiği buna mukabil ücretlerin yerinde saydığı bir ortamda, son MTV zammı işçiler arasında epey gündem oldu. MTV’ye yapılan yüksek zamla işçilerin zaten yaşadığı geçim sıkıntısı ve hayat pahalılığı daha çok konuşulur hale geldi. İşyerlerinde, mahallelerde ve hayatın her alanında yapılan sohbetlerde MTV zammına bir tepki, bir itiraz vardı. Aslında sadece MTV’ye değil ulaşım, barınma, yeme-içme ve hayatımızın zorunlu ihtiyaçlarının hepsinin pahalı olmasına bir itiraz vardı.
Bu fahiş zamma itirazlar sadece dar gelirle yaşayan insanlardan gelmedi. Başta sosyal medya olmak üzere pek çok kanaldan ve farklı kesimlerden itirazlar da yükseldi. Hükümete yakın gazetecilerden de uyarı mahiyetinde “itiraz” sesleri çıktı. Bu gazetecilerden biri de Yeni Akit yazarı Ali Osman Aydın’dı. “Ak Parti Bindiği Dalı mı Kesiyor?” başlıklı yazısında, “bu zam AKP’nin geleceği için kötü olur” uyarısında bulunan yazarın niyetinden bağımsız olarak, aktardığı bazı bilgiler çok dikkatimi çekti. Yazısında alt ve orta sınıfın yoksullaşmasıyla ilgili bazı veriler paylaşan yazar, gıda tüketimi ile ilgili Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin son açıklamalarını da ele almış. Yeni Akit yazarından aynen aktarıyorum:
“Ülkemizde kişi başına yıllık buğday tüketimi 182,9 kg’a çıkmış durumda. Avrupa’daysa bu oran 50 kg düzeyinde. Kişi başına 25 kilogramı ancak bulan süt tüketimimize karşılık İtalya, Fransa gibi ülkelerde 60-70, İngiltere’de 100, Finlandiya’da 139 litre süt tüketiliyor. Et tüketimimiz ise yıllık kişi başına 36,2 kilogramla İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi 80-90 kilogram civarında et tüketen ülkelerin bir hayli gerisinde. Yani vatandaş abartılı vergiler ödüyor, et yiyemiyor, süt içemiyor ancak ekmekle doyuyor…”
Bu rakamları arkadaşıma aktardığımda aramızda ilginç bir sohbet geçti. Arkadaşım bana “vallahi bu rakamlar yine de çok iyi. Ben yılda 36 kilo et yiyorsam daha ne?” dedi. Arkadaşımın verdiği tepkiden 36 kiloyu sadece kırmızı et olarak algıladığını anladım ve gülerek bu rakama tavuk ve diğer etlerin de dâhil olduğunu söyledim. Arkadaş da “kardeşim tavuk da et mi şimdi? Biz et deyince dana etini anlıyoruz. Gerçi işçiler olarak tavuk etini de arar olduk ya neyse” diye karşılık verdi. Ben de dana, koyun, balık ve hatta tavuk etlerinin hepsinin ortalamasının 36 kg olduğunu vurgulayarak ona bu rakamın diğer ülkelere kıyasla epey düşük olduğunu anlattım. Devamında da ekledim: “Üstelik bu ortalama, istediği zaman et yiyen patronlar ile nerdeyse bayramdan bayrama et yiyebilen bizlerin ortalaması.” Arkadaşım da “vay be, demek 36 kilo et bile yiyemiyoruz ha” dedi.
Evet, kardeşler eti anlattık, gelelim şimdi ekmeğe. Neredeyse tadını bile unuttuğumuz etin soframızdaki yerini ekmekle dolduruyoruz. Biz işçiler ekmeğimizi kazanalım veya ekmeğimiz büyüsün diye canımızı dişimize takıp çalışırken, aslında kursağımızdan geçen et küçülüyor, ekmek büyüyor. Ekmeğin biz işçilerin yaşamındaki yeri çok büyük! Hatta yaşamımız, bizlerin ve çocuklarımızın geleceğinin daha iyi olması için verdiğimiz yaşam savaşına da ekmek kavgası diyoruz. Kardeşler ekmeğimiz büyümeli! Ama buradaki ekmekten kastımız soframıza gelen beyaz ekmek değil, yaşam kalitemizdir. Dünyadaki bütün zenginlikleri üreten biz işçiler, ürettiğimiz bu zenginliği ve doğanın bize sunduğu bütün nimetleri tatmayı hak etmiyor muyuz? Bunu en çok hak eden biz işçileriz. Ekmeğimizin büyümesi yani yaşam kalitemizin yükselmesi, çok çalışıp ömür tüketmekten değil, işçiler olarak yan yana gelip örgütlü mücadele etmekten geçiyor.