İşçi ve emekçiler işinden evine erken gelip ailesiyle biraz olsun zaman geçirmenin hayalini kurarlar. Ancak bu o kadar da kolay değildir. Gerek çalışma sürelerinin uzunluğu, gerekse işlerin verdiği yorgunluk işçinin belini bükerek onlara bu imkânı tanımaz. Geç saatlere kadar çalışıp yorgun argın eve dönen işçilerin karınlarını doyurup dinlenmeleri gereklidir ki sabaha tekrar erken kalkıp işlerine gidebilsinler!
Bu kapitalist sömürü düzeni, işçileri öyle bir çarkın içinde tutar ki işçiler daha maaşlarını bile alamadan yapacakları ödemelerin hesabına düşerler. Kira, faturalar, çocukların okul ve diğer ihtiyaçları, yol parası, mutfak… Bu liste böyle uzar da gider.
Öte yandan kendimize ve çevremizdekilere ayırdığımız zaman hep kısalır. Hangi birimiz düzenli olarak tiyatroya, sinemaya, maça gidebiliyor ya da aklınıza gelebilecek bir sosyal etkinliği yapabiliyoruz? Örneğin arkadaşlarımıza zaman ayırarak onlara bir hediye almak veya kitap okumaya zaman ayırmak biz işçiler için lüks müdür? Hayır değil! Patronlar ve sermaye düzeninin sahipleri bunları fazlasıyla yapıyorlar. Üstelik bunu bizim zamanımız ve emeğimizden çalarak yapıyorlar. Hayatın her olanağından bizi sömürerek faydalanıyorlar. Maalesef tüm bunlar işçiler arasında sıradanlaşmış; çünkü uyutuluyoruz.
“Sen işçisin, ne sineması? Tiyatro mu, işçinin ne işi olur tiyatroyla? Ay sonunu zor getiriyoruz, ne işimiz var maçta? İşçinin kitap okumaya zamanı olmaz!” gibi sözlerle birbirimizi sorguluyor, önemsizleştiriyoruz! Hayattaki en basit aktivitelerden bile soyutlanıyor, ruhen yoksullaşıyoruz.
Bu sömürü düzeniyle başa çıkmanın yolu, kadercilik ve umutsuzluğa teslim olmak yerine; bilinçli ve örgütlü kitleler halinde hareket ekmektir.