Buradasınız
54. Yılında Kavel Direnişi: Neydi, Neyi Temsil Ediyor?

Egemenlerin grevleri, eylemleri, boykotları, yani hak arama mücadelesini, dünyayı değiştirme mücadelesini “ıvır zıvır” ilan ettiği bugün, geçmişteki mücadeleleri hatırlamak ve tarihsel hafızayı güçlendirmek çok önemlidir. Bu kapsamda, geçmişten günümüze, belli başlı işçi mücadelelerini Tarihten Bir Yaprak başlığı altında yayınlıyoruz.
Tarihten Bir Yaprak
54. Yılında Kavel Direnişi: Neydi, Neyi Temsil Ediyor?
Kavel direnişi başladıktan kısa süre sonra tüm sermaye sınıfının, onun örgütlerinin, basınının ve devletin tepesinin konusu haline gelmişti. Nasıl olmuştu da İstanbul İstinye’de 170 işçinin çalıştığı bir kablo fabrikasındaki bir direniş bu kadar etkili olmuş ve ülkenin gündemine oturmuştu? Elbette işçi sayısından ziyade, o işçilerin nasıl bir mücadele verdikleri ve o mücadelenin nasıl bir tarihsel aralığa denk geldiğiydi belirleyici olan. Kavel, kapitalizmin geliştiği ve işçi sınıfının sahneye çıktığı 1960’ların başında, işçi mücadelesinin önünün açılmasında öylesine önemli bir rol oynadı ki, adını Türkiye işçi sınıfının mücadelesine altın harflerle yazdırdı. Nitekim Kavel’in Türkiye işçi mücadelesi tarihinde oynadığı bu rolün önemini sermaye sınıfı da teslim etmektedir. MESS bile, sermaye sınıfının yeni kuşaklarına deneyim aktarmak amacıyla Gelenek ve Gelecek adıyla yayınlamış olduğu ansiklopedide, Kavel direnişinin nasıl bir etki yarattığına ayrıntılarıyla (elbette kendi bakış açısından) yer vermek zorunda kalmıştır.
28 Ocak 1963’te, Kemal Türkler’in başkanı olduğu Maden-İş Sendikasına üye 170 işçi; fazla mesailerin ve kıdem esasına göre verilen yıllık ikramiyelerin tam olarak ödenmemesini, sendikadan ayrılmaları yönünde Kavel patronunun baskı yapmasını, daha önce işten atılan dört işçiye ek olarak dokuz işçi temsilcisinin işten çıkarılmasını protesto etmek amacıyla iş bırakarak tezgâh başında oturma eylemi başlattı. Yani yasalar kendilerine bu hakkı tanımamasına rağmen işçiler üretimi durdurmuş ve yasaların dışına çıkmışlardı. Bu fiili bir grevdi, çünkü Türkiye’de henüz grev ve toplu sözleşme kanunu olmadığı için işçilerin grev hakkı yoktu. 1961 askeri darbesi sonrasında hazırlanan anayasada grev hakkı olmasına rağmen, bu hak yasalarla düzenlenmiş değildi ve dolayısıyla işçilerin üretimi durdurması yasadışı sayılmaktaydı.
İşçilerin üretimi durdurup direnişe geçmesi üzerine işveren, işyerine noter çağırarak işçilere çalışıp çalışmayacaklarını sordu, ancak “hayır” yanıtı aldı. Bunun üzerine Kavel’in sahibi Koç ailesi, işçilerin iradesini kırmak amacıyla üretime ara verildiğini açıkladı ve tüm işçileri işten attı. Yani işçilerin fiili grevine karşı Kavel patronu da fiili lokavt ilan etmiş oluyordu. Böylece 1959’da kurulan MESS’in başını çeken Koç ile metal işçilerinin ilk sert mücadelesi de başlamış oluyordu.
İşten atılan işçiler işyerinin önünü terk etmedikleri gibi, fabrikaya da kimseyi sokmayarak direnişlerini sürdürdüler. Mücadelede ne denli kararlı olduklarını göstermek amacıyla, 4 Şubatta idari bölümde çalışan 40 kişiyi işyerine sokmadılar. İşçilerin iradesini kıramayan Kavel patronu, bu kez polisi devreye soktu. 14 Şubatta polisin saldırısı üzerine çıkan çatışmada birçok işçi yaralandı ve 30’u hakkında soruşturma açıldı. 18 Şubatta ise 4 işçi hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. Savcılık da harekete geçmiş ve işçilerin işten atılmasının lokavt sayılmayacağını ilan ederek sermayenin yanında saf tutmuştu.
170 işçinin ve onlara önderlik eden Kemal Türkler’in kararlı tutumu, “yasalarda grev yapma hakkı yoktur, bu işgaldir ve suçtur” yönlü propagandalara itibar edilmemesi ve dolayısıyla direnişin kırılamaması bir anda Kavel’i ülke gündemine oturttu. Türkiye kapitalizminin hızlı bir tempoyla geliştiği ve işçi sınıfının da gerçek anlamda sahneye çıktığı bir dönemde Kavel direnişi, o günden sonra emek-sermaye arasındaki ilişkilerin ve mücadelelerin nasıl şekilleneceği bakımından belirleyici olacaktı. Cumhuriyet döneminden beri böyle bir direnişe ilk kez tanıklık ediliyordu ve her geçen gün Kavel direnişi işçi-emekçi kitlelerin sempatisini kazanıyordu. Aslında sermaye ve işçi sınıfı, Kavel direnişi üzerinden karşı karşıya geliyordu. Bu anlamıyla Kavel, toplumsal mücadelenin de ilk kıvılcımıydı ve toplumun çeşitli kesimleri kadar aydınları da etkilemişti. Bu etkinin bir ifadesi olarak Hasan Hüseyin Korkmazgil meşhur Kavel şiiriyle işçileri selamlamıştı.
Sermaye sınıfı ve basını, bu sempatiden dolayı işçilerin üzerine gidip direnişi kıramayan hükümete ateş püskürüyor, dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’i sert bir dille eleştiriyordu. O dönem Yeni Sabah adıyla yayın yapan bir sermaye gazetesi, hükümeti yasalara karşı saygısız olmakla eleştirerek şöyle yazıyordu: “Bilindiği gibi yürürlükte olan kanunlara göre yurdumuzda grev kanun dışı bir fiildir. Buna rağmen hükümet, Kavel fabrikasındaki işçilerin, işi terk etmelerine ve hatta daha da ileri giderek işi bıraktıktan sonra tahliye etmeyerek, işvereni, fabrikasını işletemeyecek bir hale sokmasına adeta atıl ve batıl seyirci kalmıştır. Bir kanun memlekette ya vardır ve hükümlerine riayet mecburidir yahut yoktur. Grevi yasak eden kanun cari olduğuna göre, bir harekete tevessül edenlere karşı kanun âmir hükümleri behemehâl ve ne pahasına olursa olsun tatbik edilmek lazım gerekmez mi?” (Yeni Sabah, 14 Şubat)
Sermaye sınıfı, o çap ve içerikte bir işçi mücadelesi açısından ilk örnek niteliğinde olan Kavel direnişini kırmaya çalışırken, direniş, sınıf dayanışmasıyla büyüyor ve güçleniyordu. Meselâ Maden-İş’in örgütlü olduğu General Elektrik fabrikasının işçileri bir dayanışma ve para yardımı kampanyası başlatırken, Türk Demir Döküm fabrikasında çalışan 800 işçi çeşitli eylemlerle Kavel direnişine destek veriyordu. Rabak ve İstinye Tersanesi’nin de aralarında olduğu çok sayıda işyerinden dayanışma yükseliyordu. Türk-İş’e bağlı güney bölgesindeki 23 sendika başkanı ve 45 yönetici, 27 Şubatta bir toplantı yaparak Türk-İş merkezinin Kavel direnişine karşı olumsuz bir tutum aldığını ve bu nedenle konfederasyonla ilişkilerini kestiklerini açıkladılar. Tepkilerin yükselmesi ve dayanışmanın büyümesi üzerine Türk-İş merkezi bile Kavel işçileriyle dayanışma çağrısı yapmak zorunda kaldı.
Direnişi kıramayan sermaye sınıfı, her türlü alçaklığı denemekten geri durmuyordu. Meselâ bu kapsamda İstanbul Çelik-İş Sendikasını işçilerin bilincini bulandırmak amacıyla harekete geçirdiler. Bir bildiri yayınlayan Çelik-İş Başkanı, bilinç bulanıklığı yaratmak ve direnişi kırmak için grevin suç olduğunu söylüyor, işçileri yasal çerçeveden ayrılmamaya çağırıyor, mücadelede kararlı olan Maden-İş’e saldırıyordu. Sermaye uşağı bu sendikacının işçilere söylediği yalanlar ve çarpıtmalar bugün de oldukça tanıdık: “Aziz işçi kardeşlerimiz, bugün için grev yapmak mevcut kanunlarımıza göre suçtur. Gene biliyorsunuz ki bugünlerde grev kanunu Millet Meclisi komisyonlarında müzakere edilmekte ve pek yakında grev hakkı kanunen bizlere tanınacaktır. Ancak birkaç menfaatperest sendikacı kendilerine şan ve şöhret sağlamak üzere ve sırf kendi çıkarları uğruna aziz işçi kardeşlerimizi kanunen suç sayılan greve teşvik etmektedirler, teşvikçilerin gayesi işçi kardeşlerimize hizmet olmayıp kendilerine hizmettir. … Tahriklere kapılarak kanunsuz işlere tevessül etmeyiniz… Türk işçisi saldırgan değildir. Türk işçisi kanunlara hürmetkârdır. Türk işçisi her şeyden evvel memleket menfaatlerini ön planda tutar.” (akt. Gelenek ve Gelecek, s.44)
Bu sendika ve onun başkanı, açıkça, sermaye sınıfının değil, kapitalist sömürüye ve zulme karşı mücadele eden işçilerin karşısına dikiliyordu. Grevi, “dinimizin, ananelerimizin ve memleket severliğimizin men ettiği sapık ideolojilere zemin hazırlamak” olarak damgalayan bu sınıf işbirlikçi sarı sendikacı –aynı bugün patronların ve AKP’nin arzu ettiği gibi– işçilerin itaatkâr, kanaatkâr, hakkını aramayan, kafası milliyetçilikle doldurulmuş, hak arama mücadelesini vatan hainliği olarak gören kimseler olmasını istiyordu. Sanki işçi sınıfı ile burjuvazinin çıkarları ortakmış, sanki yasaları her iki sınıf birlikte yapıyormuş gibi, kalkıp “Türk işçisi yasalara saygılıdır” diyordu. İşçi sınıfını burjuvazinin itaatkâr kölesi olarak kalmaya çağıran bu sermaye uşaklarının, işçi sınıfı içinde oynadığı uğursuz rol ne yazık ki bugün de devam etmektedir. Türk Metal çetesi ve ondan daha iyi olduğunu iddia eden Çelik-İş’in rolü geçmişten bugüne değişmemiştir. Ve ne yazık ki örgütsüz oldukları için işçiler üzerinde etkili de olabilmektedirler.
Ancak o gün Kavel işçileri örgütlüydüler ve kendi mücadelelerine ihanet anlamına gelecek bu tür çağrılara kulak asmadılar. İşçi eşlerinin de mücadeleye katılması, işyeri önünde kazanlarla işçilere sıcak yemek pişirilmesi, dayanışmanın büyümesi, direnişin kırılamayarak ülke gündemine oturması nedeniyle Koç ve sermaye sınıfı geri adım atmak zorunda kaldı. Bizzat Başbakan Yardımcısı Turhan Feyzioğlu, Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, İstanbul valisi, polis müdürü, TİSK başkanı ve Maden-İş temsilcilerinin katılımıyla bir protokol imzalandı ve Kavel işçilerinin talepleri kabul edildi. İşçiler 4 Martta işbaşı yaptılar.
Zafere ulaşan Kavel işçilerinin mücadelesi, işçilerin önüne dikilen grev yasağı engelini yıkıp geçmişti. Kavel direnişinden sonra, grevin yasak olmasının önemli olmadığı ve işyerini işgal etmenin meşru bir hak olduğu fikri işçilerin bilincinde yer etmeye başlamıştı. Yasağın fiilen aşılması ve Kavel mücadelesinin işçi kitlelerde yarattığı sempati burjuvaziyi derinden endişelendirmekteydi. Meselâ o gün Milliyet gazetesinin resmi görüşü olarak çıkan bir yazıda şunlar söyleniyordu: “Bu bakımdan ortada garip bir durum vardır: Kanun dışı olduğu bilinen bir olaya kanunun gerektirdiği müdahale yapılamamaktadır. İdareyi bu gariplikten kurtarmak için grev kanununun bir an evvel çıkması, bundan sonraki olaylarda meşru olan ve olmayan davranışları tayin bakımından da zaruret haline gelmiştir. (Milliyet, 4 Mart 1963) Grev yasağının aşıldığının artık farkında olan sermaye sınıfı ve hükümet, Kavel direnişinden hemen sonra, 274 ve 275 sayılı grev ve toplu sözleşme kanununu çıkartarak işçilere grev hakkını tanımak zorunda kaldı.
Kavel işçileri, mücadele edilince hem kazanmanın hem de yasaları değiştirmenin mümkün olduğunu gözler önüne sermişlerdi. Eğer “grev yapmak yasak ve suçtur” düşüncesiyle işçiler mücadeleye atılmasa, Maden-İş ve Kemal Türkler kararlı bir şekilde işçilere önderlik etmeseydi Kavel direnişi diye bir direniş tarih sahnesine çıkmaz ve Türkiye işçi sınıfı hareketindeki rolünü oynayamazdı. Elbette gün gelir ve başka bir Kavel çıkardı sahneye ama o da kaçınılmaz olarak Kavel’in geçtiği yoldan geçmek zorunda olurdu. Yükselen işçi sınıfı mücadelesi hiçbir dönem yasal sınırlara takılıp kalmamıştır. İşçi sınıfının hak arama mücadelesinde belirleyici olan her zaman meşruiyet meselesi olmuştur. İşçiler verdikleri mücadeleyi haklı bir mücadele olarak görüyorlarsa bu aynı zamanda onun meşru bir mücadele olduğunu da gösterir. Eğer işçi sınıfının mücadelesinde yasal sınır temel alınsa ve meşruiyet burada görülseydi işçi sınıfının hakları bir milim ilerletilemez ve daha da önemlisi işçi kitleler ileri mücadele noktalarına çekilemezlerdi. Tarihsel ve güncel deneyimler de gösteriyor ki, eyleme girişen işçilerin mücadelesi kaçınılmaz olarak yasal sınırları aşmaktadır. Nitekim böyle olduğu için de yasal çerçeve değiştirilmiş, genişletilmiş ve işçi sınıfı demokratik haklar elde etmiştir. Son tahlilde yasaların ne kadar geniş ya da dar olacağını işçi sınıfının örgütlülük ve mücadele düzeyi belirlemektedir.
Kavel işçilerinin mücadelesi geniş bir yankı yaratıp sempati kazandığı ve işçi mücadelesi gelişmeye başladığı için burjuvazi toplu sözleşme yasasını çıkartmak ve grev hakkını tanımak zorunda kalmıştır. “Bu eylem, 274 ve 275 sayılı yasaların çıkmasını zorlayıcı olması bakımından önemliydi” diyerek Kavel direnişinin ve işçi mücadelesinin yasaların değiştirilmesinde ne denli etkili olduğunu kabul eden sermaye örgütü MESS, bu direnişten sonra sermaye sınıfının da yükselme eğilimine giren işçi mücadelesine karşı daha fazla örgütlenmeye başladığını belirtmektedir. “Kavel olayı, 274 ve 275 sayılı yasaların çıkmasını hızlandırdığı kadar, çok sayıda işverene de sendikalaşmanın gereğini kavrattı, işveren sendikalarının üye sayılarının artmasına yardımcı oldu.” (Gelenek ve Gelecek, s.44-48) Buradan da anlaşılacağı üzere Kavel direnişi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasında sert bir mücadele sürecinin başlaması anlamına geliyordu. Kavel ile başlayan süreç; fabrika işgalleri, DİSK’in kurulması, DGM direnişi, 1 Mayıs’ın yüz binlerin katılımıyla alanlarda kutlanması ve MESS’e karşı metal işçilerinin Maden-İş önderliğinde aylarca sürdürdüğü uzun grevlerle doruğuna ulaştı.
(Bu yazı, Akın Erensoy’un marksist.com sitesinde yer alan “Kavel Dersleri Işığında Renault İşçilerinin Mücadelesi” adlı yazısından alınmıştır)
Grev Oylaması
- Tariş Direnişi ve Direnişin Dönüştürdüğü Emekçi Kadınlar
- Cumhuriyet Tarihinin İlk Kitlesel İşçi Mitingi: 1961 Saraçhane Mitingi
- Tarihin Aktarma Kayışı ve Cezmi Baba Gibi Olmak!
- Gözbağı ve İşçi Hüseyin’in Dönüşümü
- 1928 Tramvay Grevi
- Tarihten Bir Yaprak: 1974 Gıslaved Grevi
- Türkiye İşçi Sınıfının Mücadele Tarihinde DİSK’in Yeri
- 1969 Gamak Direnişi ve Şerif Aygün
- Berec Grevi ve Kadınlar
- Fotoğraf ve Tanıklıklarla 1968 Derby İşgali
- Tarihten Bir Yaprak: 1910 Bursalı İpek İşçilerinin Grevi
- Tarihten Bir Yaprak: “Magirus’ta Grev Var”
- Tarih Bizim Rehberimizdir
- Özal’ın Yakasına Sarılıp Hesap Soran Baştemsilci
Son Eklenenler
- İşçi sınıfımızın üç yürek işçisini Haziran ayında kaybettik. 3 Haziran 1963’te Nâzım Hikmet, 2 Haziran 1970’te Orhan Kemal, 2 Haziran 1991’de ise Ahmed Arif’in güzel yüreği artık atmaz oldu, söylenecek sözleri yarım kaldı. Fakat kalemlerini...
- Ben metal sektöründe çalışan bir işçiydim. İşçiydim diyorum çünkü hakkımızı aradığımız için işten çıkarıldık. İşveren biz işçilerin ve temsilcilerimizin taleplerini karşılamamak için her yola başvuruyordu. Sorunları çözmek bir yana daha fazla baskı...
- Seçimlerden önce siyasi iktidar türlü vaatler sıralamış, 24 Nisan-31 Mayıs tarihleri arasında kullanılan doğalgazın tamamının ve gelecek yıl Mayıs ayına kadar kullanılacak gazın ise ay bazında 25 metreküplük kısmının ücretsiz olacağını duyurmuştu. “...
- İşçi ve emekçileri ilgilendiren tüm alanlarda devasa bir sorunlar yumağı her geçen gün büyüyor. Ama bunlar seçim meydanlarında gündem olmadı. Sorunların üstü milliyetçilikle, hamasetle örtülmeye çalışıldı.
- Yunanistan'da Pire Emek Merkezi’nin çağrısıyla düzenlenen ve binlerce emekçinin, çeşitli sendikalardan temsilcilerin ve işçilerin katıldığı yürüyüşte “iş cinayetleri durdurulsun” denildi.
- Fransa’da Disneyland Paris işçileri artan hayat pahalılığına ve düşük ücretlere karşı ücret artışı ve çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle 30 Mayısta iş durdurdu.
- İşçi ve emekçilerin ezici çoğunluğu gidişattan endişeli, hoşnutsuz, sorunların çözülmesini, ekonominin düzelmesini istiyor. Ama öte yandan çok sayıda işçi ve emekçi sorunlarımızın kaynağında olan, hoşnutsuzluğumuzun nedeni olan mevcut iktidara oy...
- İstanbul Büyükşehir Belediyesine bağlı bir şirkette çöp işinde çalışan bir işçiyim. Dışarıdan bakıldığında, belediyede çalıştığımız için, insanların gözünde güzel bir işimiz var gibi algılanıyor ve sohbetlerde de dile getiriliyor. Ama işin iç yüzü...
- Bağımsız Maden İş Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır ve sendika yöneticileri Soma Yeni Anadolu Madencilik’te üyelerine yönelik baskı, mobbing ve EYT kapsamındaki ayrımcılığa karşı maden önünde açıklama yapmak istediler. Ancak jandarma tarafından...
- Zorlu bir seçim sürecini geride bıraktık. Seçim sonuçlarının olumsuz etkilerini asıl olarak önümüzdeki dönemde yaşayacağız. Ancak şimdiden toplumun çoğunluğunda giderek baskın hale gelen bir duygunun açığa çıktığını görüyoruz: Umutsuzluk. Tek adam...
- Toplum örgütsüz olsa bile kendisi örgütlü olan bir işçi umutsuzluğa düşmez. Umutsuzluğun panzehirinin örgütlülük olduğunu, sadece istemekle baskı ve zorbalığın son bulmayacağını, bunun için sorumluluk almak ve mücadele etmek gerektiğini bilir....
- İnsanların, toplumların bir tarihi vardır, sınıfların da öyle. Ve bu tarih geleceğe yürürken o sınıflara yol gösterir. Dünya işçi sınıfının bir parçası olan Türkiye işçi sınıfımızın tarihi de bugüne ve geleceğe ışık tutan, unutulmaması gereken...
- Ben 1 Mayıs’a UİD-DER’le katılan gençlerden biriyim. Gençlerin artık seslerini duyurmaya ihtiyacı var. Sesimizi boğmaya çalışanların tuzaklarını aşıp, hiçlik duygusundan çıkıp değişimin öznesi olmak istiyoruz. 1 Mayıs’ta yaşadığımız coşkuda bunu...