Dünyanın pek çok ülkesinde yapılan tıbbi araştırmalar, fazla çalışmanın çalışanların fiziksel ve ruhsal sağlığında ciddi problemlere yol açtığını ortaya koyuyor. Bu araştırmalar, günde 7 saatin üzerine çıkan çalışma süresinin insan sağlığını olumsuz etkilediğini gösteriyor. Ancak bugün Türkiye’de 8 saat çalışılan işyeri sayısı son derece sınırlı. Bu işyerlerinin de büyük bir kısmında mola süreleri 8 saatlik süreye dâhil edilmiyor. Dolayısıyla işçinin işyerinde geçirdiği süre en iyi ihtimalle 9 saatten başlıyor. Yolda tükenen zamanı buna eklemiyoruz bile. İşçi sınıfının örgütsüzlük koşulları ve işsizlik kırbacı sayesinde patronlar daha uzun çalışma saatlerini dayatıyorlar. İşçiler uzun çalışma saatleri içerisinde fiziksel ve ruhsal sağlıklarını günden güne kaybediyorlar.
İngiltere’de fazla çalışma üzerine 25 yıldır sürdürülen “Whitehall II” (Vaythol) adlı bir araştırmanın sonuçları 2010 yılının Mayıs ayında açıklandı. 20 farklı işyerinden 10 bin 308 işçinin 25 yıl süreyle izlenmesi sonucunda bazı sonuçlara ulaşıldı. Bu sonuçlara göre, 7 saat mesainin üzerinde çalışanlarda, normal çalışanlara oranla kalp krizine bağlı ölümler ve çeşitli kalp rahatsızlıkları %60 oranında artış gösteriyor. Araştırma sırasında kalp rahatsızlıklarını tetikleyen kilo, kolesterol ya da sigara kullanımı gibi diğer faktörlerin de gözetildiği, fakat tek başına “fazla çalışmanın” %60’lık hayati bir risk artışına sebep olduğu ortaya çıkmış. Özellikle 10 saati geçen çalışma süresinin kalbi yorduğu tespit edilmiş. Fazla çalışmanın kalbi yorduğu gibi işçinin gergin, sinirli, hassas olmasına yol açtığı saptanmış. Bunların yanı sıra, zaman endişesi yaşayan, uykuya yeterince zaman ayıramayan, yatmadan önce günün stresinden arınacak vakit bulamayan işçilerin, sağlıksız bir yaşam sürdükleri görülmüş.
Fazla çalışmanın işçi sağlığını bozan olumsuz etkileri saymakla bitmiyor. Fazla çalışma hipertansiyon, uyku bozuklukları, depresyon ve bunlara bağlı olarak tetiklenen sayısız hastalığa davetiye çıkarıyor. Bağışıklık sistemi zayıflıyor ve işçi daha kolay hastalanabiliyor. Kişinin kendisine ayıracak yeterli vaktinin olmaması, gerginlik, asabiyet, endişe, bunalım, uyku süresinin ve kalitesinin düşüklüğü gibi etkenler vücutta bir dizi hormonsal ve biyokimyasal değişikliğe yol açıyor. Bu durum zaman içerisinde kalp damar sistemini de iç organları da olumsuz etkiliyor. Fazla çalışma, dikkat dağınıklığına, algı bozukluğuna hatta halüsinasyon görmeye de yol açabiliyor. Bu durum oldukça yaygındır. Örneğin, bir işçi kardeşimizin UİD-DER’in internet sitesine gönderdiği mektupta anlattıkları, bu durumu çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor.
“Ben Kıraç bölgesinde çalışıyorum. İrili ufaklı yüzlerce fabrika var. Bu fabrikaların çoğu 12 saat çalıştırıyor. 4 saat fazla çalışıyoruz ama sadece 1,5 saatimiz fazla mesai sayılıyor. Yemek molamızı bile fazla mesaiden kesiyorlar. Bizim fabrikada hiç bayan çalışmıyor. 12 saat çalışmaktan da beynimiz öyle bir hâl almış ki… Arkadaşlardan biri bir gün eve gittiğinde balkona çıkıyor ve sigara yakıyor. Karşı balkondan ona baktığını sandığı bir kızla yaklaşık 10-15 dakika bakışıyorlar. Ona kaş-göz hareketi yapıyor, saçını düzeltiyor… Karşıdan hiç tepki gelmeyince daha dikkatli bakıyor. 10-15 dakika sonra karşı balkonda duranın bir kız değil, üzerine elbise atılmış bir sandalye olduğunu fark ediyor. Biz buna gülüyoruz, ama ne kadar acı değil mi? O kadar fazla çalıştırılıyoruz ki bilincimizi de kaybediyoruz zamanla. Rüyalarımızda bile çalışıyoruz artık, hayatımızın çoğu fabrikalarda geçtiği için.”
Fazla çalışma işçinin sosyal yaşamını yok ediyor. Tüm yaşamı çalışmaya endeksleniyor. Sosyal ilişkilerinde kopukluk yaşayan, ailesine ve sosyal varlığına yabancılaşan işçi, insani yönden bir tükeniş yaşıyor. Bir başka işçi arkadaşımız yazdığı mektupta aile içerisindeki trajik durumu şöyle anlatıyor: “2001 ve 2002 yıllarında sabah 8’den akşam 8’e kadar 12 saat çalışmaktaydım. Zorunlu 4 saat mesai yaptırılıyordu. Hafta sonu ve bayram tatili bile olmadan, poşet üreten bir firmada çalışıyordum. O yıllarda yeni yürümeye başlayan bir çocuğum vardı, fakat çocuğumu yalnızca uyurken görebiliyordum. Çocuğum beni tanımıyordu, çünkü benim sosyal yaşantım ve aile yaşantım işveren tarafından gasp edilmiş durumdaydı. Bir pazar işe gitmemek için kendi kendime karar aldım ve işe gitmedim. Pazar sabahı benden önce uyanan çocuğumun annesinin elinden tutup yatakta birinin yattığını annesine beden dili ile anlatmakta olduğunu gördüm. Çocuğum beni yabancı sanıyor, tanımıyordu. Bunun biz işçilerin kaderi olmaması gerektiğini o an hissettim...”
Çocukların babalarını tanımadığı bir hayatı nasıl kabullenebilir insan? Genç bir işçi, üzerine kadın elbisesi serili bir sandalyeyle bakışacak kadar uzun çalışıyorsa, yaşamın ne anlamı kalır? Sandalyeyi kadın olarak hayal etmekten daha gerçekçi hayallerimiz olmalı. Çalışanların eş ve çocuklarıyla her gün doyasıya kucaklaştığı bir hayat istiyoruz. Herkesin yetenekleri doğrultusunda kısa sürelerle keyifle çalıştığı, bolca dinlenebildiği, sosyal yaşama çok daha fazla zaman ayırdığı bir düzen istiyoruz. Ancak bilmeliyiz ki, kapitalist sömürü düzeni son bulmadan böylesi bir yaşam olanaklı değildir.