
Sendikalılaşma oranları gün geçtikçe düşmekte. Sendikaların giderek erimesi patronlar karşısında mücadeleyi de zayıflatmaktadır. Son yapılan araştırmalara göre, “memur” işçiler hariç Türkiye’de sendikalı işçi sayısı 850 bin civarındadır. Bu rakam, yalnızca kayıtlı 10 milyon işçi olduğu hesaba katıldığında bile devede kulak kalmaktadır. Sendikaların günden güne erimesinin en büyük nedenlerinden biri sendikaları adeta işyerleri gibi gören sendika bürokratlarıdır. Kendi koltuklarını ve ayrıcalıklarını koruma adına her türlü uğursuz rolü oynayabilen bu bürokrat takımı, patronların saldırılarına karşı uzlaşmacı tavırlar sergileyerek mücadeleden kaçmaktadırlar. Patronların saldırılarına karşı mücadele etmek isteyen işçilerin karşısına da, ne yazık ki çoğu zaman bürokratlar çıkıyor. Hal böyle olunca işçiler sendikalarına güvensizleşmekte ve mücadeleden geri durmaktalar.
Oysa sendikalar işçilerin örgütüdür. Ama işçiler sendikalarına sahip çıkmadıkları için bürokratlar, sendikaların başına adeta bir sülük gibi yapışmış durumdalar. Sendikal mekanizmaları ele geçiren bürokratlar, sendika içi demokrasiyi de boğuyor ve işçileri tüm karar süreçlerinden uzaklaştırıyorlar. Sendikal demokrasinin yeşermemesi için ellerinden geleni yapıyor ve bu kapsamda öncü işçileri ya işten attırıyor ya da atılmalarına göz yumuyorlar. Çünkü bilinçli işçiler, mücadele örgütü olması gereken sendikaları bürokratların elinden kurtarmaya ve bu temelde diğer işçileri de harekete geçirmeye çalışıyorlar. Sendika bürokratları ise, tabanda örgütlülüklerin oluşmaması ve işçilerin, “sendikalı ama dağınık” olması için çalışıyorlar. Böylece işçileri kendi çıkarları temelinde yönetebiliyor, işyeri temsilcilerini ve delegeleri istedikleri gibi belirleyebiliyorlar.
Sendikalar işçilerin mücadele örgütüdür: Dolayısıyla söz, yetki ve karar işçilerde olmalıdır. İşçilerin taban örgütlülüklerini güçlendirdikleri, sendika içi demokrasinin işlediği, yani söz, yetki ve kararın işçilerde olduğu durumlarda bürokratlar sendikalara hâkim olamaz ve sendikaları yoldan çıkartamazlar. İşyeri temsilcilerinden başlayarak her türlü temsilciyi seçen, denetleyen ve istemediğini geri çağıran işçiler, sendikal demokrasiyi böylelikle işyerinden başlayarak hayata geçirmiş olurlar. İşçilerin böylesine örgütlü olduğu bir durumda, patronların saldırılarına çok sert ve çok daha kapsamlı cevaplar verileceği açıktır.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok, 1980 öncesinde DİSK Maden-İş üyesi on binlerce işçi, “tabanın söz ve karar sahibi olması” ilkesinden hareketle işyerlerinde “ünite temsilcileri” ve yanı sıra “toplu sözleşme komiteleri” oluşturmuşlardı. Toplu sözleşme taleplerini ortak oluşturan Maden-İş ve komiteler, patronların, ileri sürülen istemleri kabul etmemesi üzerine greve çıkma kararını da birlikte almışlardı. Meselenin bu boyutu oldukça önemlidir. İşçilerin sürece dâhil olması demek, sorumluluk duyması ve yaşanabilecek tüm olumsuzluklara karşı hazırlanması ve önlem alması demektir. Örneğin toplu sözleşme görüşmeleri sürerken, işçiler bir taraftan grev hazırlıkları yapar ama öte taraftan da çıkabilecek sorunlara karşı önlemler alırlar. Grev çadırından yemeklerin dağıtılmasına, dayanışma ziyaretlerinin nasıl kabul edileceğinden mücadeleyi diğer işyerlerindeki işçilere taşıma yöntemlerine, sağlık sorunlarının nasıl çözüleceğinden grev kırıcılara karşı ne tip önlemler alınacağına, eğitim toplantılarının hangi günler yapılacağından grev gözcülerinin tespit edilmesine değin her şeyi taban örgütlülükleri sayesinde işçiler kolayca planlayıp çözerler.
Oysa mevcut durumda sendikaların tepesine oturan bürokrat sendikacılar, işçileri ilgilendiren hemen her konuda olduğu gibi, toplu sözleşmelerin hazırlanması ve imzalanmasında da işçilere sormuyorlar. Eğer sendika bürokratları zor durumda kalır ve manevra yapmak isterlerse greve çıkma kararı alıyor, ama işçiler sürece dâhil edilmiyorlar. Bu nedenle grevlere hazırlık yapılmadan çıkılmakta ve işçiler daha ne olup bittiğini anlamadan grevler bitirilmektedir. İşçiler doğrudan kendilerini alâkadar eden süreçlerden dışlanırken, sendika bürokratları mevki ve ayrıcalıklarını, patronlarla ve hükümetlerle olan ilişkilerini ve dengeleri gözeterek kararlar alıyorlar.
Sınıfımızın mücadele tarihi de gösteriyor ki, işçiler taban örgütlülüklerini güçlendirip sendikalarına sahip çıkmadıkları müddetçe, sendikalar işçilerin mücadele örgütleri haline gelmeyecektir. Bürokrasinin sendikalarımızdan kovulması ve sendikalarımızın patronların saldırılarına karşı daha güçlü mücadele edebilmesi için, sendika içi demokrasiyi hayata geçirmeliyiz. Sendikal demokrasinin hayat bulması içinse taban örgütlülüklerini güçlendirmemiz gerekiyor. Taban örgütlülükleri güçlenmeden sendikal demokrasi de hayat bulmayacak, söz, yetki ve karar işçilere değil bürokratla ait olacaktır. Artık yeter deyip bürokratları sendikalarımızdan def edelim: Söz, yetki ve karar işçilere!