
Küçük bir çocukken babam, yemeğimizi hızlı yememiz için hep uyarırdı bizi. Babam “bir insan nasıl yemek yerse öyle çalışırmış” derdi. O çocuk yaşımda hızlı yemek yemeği ve hızlı çalışmak gerektiğini öğrenmiştim. Sanki ağır ağır yemek yemek lükstü ve bu lüks bizde hep kısa sürerdi.
Küçük bir çocukken bize öğretilenler meğer işyerlerinde bir kuralmış. İşyerinde benden istedikleri hızla çalıştıkça kabul görüyordum sanki. Hızlı, daha hızlı çalışır oldum her vardiyada. Pratik, iş bitirici, becerikli gibi kimi “güzel” sıfatlar kazandım hızlı çalıştıkça. Hızlı hızlı çalışırken kaçırdıklarımı düşünmedim hiç. Hep çalışmalıydım, hızlı çalışmalıydım ben.
İşten yorgun argın çıkıyor ve yatağa uzandığımda hep aynı rüyayı görüyorum şimdilerde. Hızlıca raylardan akıp giden bir trenin peşinden koşuyorum. Nefes nefese trene yetiştiğimde ise kapısız, penceresiz, karanlık bir odada ölü gibi hareketsiz kaldığımı görüyor, öyle uyanıyorum. Bu sadece bir rüya. Ama sanki milyonlarca işçinin günlük yaşamını kâbusa çeviren ağır çalışma koşullarının getirdiği ruhsal durumun özeti.
Nedeni neydi bu acelenin? Biz hızlandıkça kimler yavaşlıyordu acaba? Bu dünyada kimin hakkıydı yavaş konuşup, yavaş yemek veya yavaş hareket etmek? Bizim değildi elbette. Biz sadece çalışırken dünya sahnesinde olmalıydık. Bütün işleri hızlı hızlı yürütüp, ömrümüzü dahi hızla tüketmeliydik. Kimi fabrikalarda çalışan işçilerin, tuvalet molalarının dakika hesabıyla, kart hesabıyla sınırlandırıldığını duydunuz mu? Bu uygulamaya karşı çıkanlar derhal tembellikle suçlanıyordur eminim. Oysa bu insanlık dışı bir yaptırım değil midir? İnsan fizyolojisine aykırı değil midir? Böylesine hızlı hızlı çalıştırılmak haksızlık değil midir işçilere?
Bizlere ta küçüklükten beri her işimizi hızlı yapmamız söyleniyor. Sırf patronlar çok daha hızlı kâr elde etsinler diye söyleniyor bütün bunlar. O halde artık patronların kârı için değil, işçi ve emekçilerin kurtuluşu için hızımızı arttırmalıyız.