
Yıllar önce ortaokul 1. sınıftayken bir gün okul pikniği düzenlenmiş, ben annemle günlerce cebelleştikten sonra bu piknik için izin koparabilmiştim. Sırtımda azık çantam, mutlu bir şekilde pikniğe gitmek üzere okuluma koşturmuştum.
Piknik yeri epey uzak olmasına rağmen okulca nerdeyse 1000 öğrenciyle kortej şeklinde dizilerek, piknik yerine doğru yürümek üzere yola çıktık. Git babam git, yol bir türlü bitmiyor. O zamanki hocalara da helal olsun, o kadar çocuğun sorumluluğunu alarak bizi pikniğe nasıl götürdüklerine şaşıyorum hâlâ! Neyse asıl anlatmak istediğim şey, biz daha yolun başındayken, okuldan 500-600 metre kadar ancak uzaklaşmışız, kızın biri yanıma yanaştı, yürürken beni süzmeye başladı. Kısa bir beraber yürüme faslından sonra “baksana, ben çok yoruldum, benim çantamı taşır mısın?” dedi. Kız beni tanımıyordu ama görüntümden, kılık kıyafetimden, ayağımdaki kara lastikten beni herhalde hem yoksul, hem aptal, hem pısırık zannetmişti. “Niye taşıyacakmışım, babanın hizmetçisi miyim ben?” dedim. “E çok yoruldum, taşıyamıyorum, ayrıca beni tanımıyor musun, ben Taşpınar Kırtasiye’nin kızıyım, benim babam bu şehrin en zengin adamlarındandır” demez mi! “Bana ne senin babandan, ben nasıl taşıyorsam çantamı sen de eşek gibi taşıyacaksın kendininkini” dedim. Bir de o kadar kötü baktım ki kıza, “biraz daha üstelersen saçını başını yolarım” modunda, kız benim bakışlarımdan tehlikeyi anladı. Çünkü normalde o yaşlarda, bu tür durumlarda, karşımdakinden hak ettiği şiddeti hiç esirgemezdim.
Taşpınar Kırtasiye bizim şehrin en büyük kırtasiyesiydi. Kırtasiye değil aynı zamanda kitapçı, hediyelik eşya dükkânı, tuhafiye gibi bir yerdi. İçinde hemşerilerimin arayacağı her şey vardı adeta. O kırtasiyeyi bilmeyen yoktu. O piknik gününden bu yana o “Taşpınar” isminden hep nefret ettim. O zaman, o kızın bunu neden yaptığını, beni niye gözüne kestirdiğini hiç anlamamıştım. Aradan yıllar geçtikçe ve geçmişe dair birçok şeyi çözümledikçe neden olduğunu anladığım anılarımdan biridir. 12 yaşlarındaki o küçük kız aramızdaki sınıfsal farkı benim giysilerimden yeterince çıkarmıştı. O kalabalığın içinde beni kendine hizmetçilik edecek biri sanmıştı. Çünkü ayaklarımda kara lastikler, üzerimde artan iplerle yapılmış, yıpranmış bir hırka vardı.
Giydiğim kara lastikler, o dönem en yoksul ailelerin çocuklarının ayaklarını süsleyen yegâne ayakkabılardı. (Giymek ya da giyememek diye iki seçenek vardı, en iyisini giyebilmek diye bir seçeneğimiz yoktu, olamazdı da!) Annemin artan iplerden yaptığı, arkadaşlarımın bu yüzden bana “arı maya” diye lakap taktıkları, bütün bir kış üzerimden çıkarmadığım bu hırkamı da ta ki kol yenleri iyice aşınana kadar giydim. Arkadaşlarımdan biri giydiğim bu hırka için “utanmıyor musun bunu giymeye” diye sormuştu. Soruyu anlayamamıştım. Neden utanacaktım? Yoksuldum, bu bir gerçekti, ama neden utanacaktım? Önlüğüm üzerine o hırkadan başka giyecek bir şeyim yoktu, ne giyecektim ki? Üşüse miydim yani? Soruyu da tam olarak anlamamış, bu durumda utanılması gerektiğini de düşünmemiştim.
Yıllar sonra tekrar hatırladığımda Taşpınar’ın kızının da, o zaman kılık kıyafetimle dalga geçen bu arkadaşımın da küçük-burjuva ailelerin çocukları oldukları için böyle davrandıklarını anlamıştım. Demek ki patronların, zenginlerin ve küçük-burjuvaların çocuklarının daha küçük yaşlarda sınıfsal refleksleri gelişkin oluyor. Biz işçi çocukları “çocuk her yerde çocuktur, tüm çocuklar aynıdır” hikâyeleriyle uyutulurken, onlar daha küçük yaşta üstün varlıklar olduklarını, kimi ezeceklerini öğreniyorlar.