
Her sabah aynı duyguyla uyanırız uykumuzdan. Kurulu saatimiz çaldığında fırlarız yataktan işe geç kalmamak, fırça yememek için. Yarı uykulu gözlerle düşeriz yollara. Çoğumuz etliye sütlüye karışmayız. Tek derdimiz çalışıp para kazanmak, evimizi geçindirmektir. Karın tokluğuna da olsa, razı geliriz çalışmaya. Canımız pahasına çalışırız makine başlarında. Her ay onlarca işçi canından olur. Her ay binlerce iş kazası gerçekleşir. Aslında her ay binlerce iş cinayetine göz yumulur. Cinayet diyoruz, çünkü en küçük önlemler bile alınmadığı için olur bu kazalar. Patronların kasalarına daha fazla para aksın, servetlerine servet eklensin diye gerekli önlemler alınmadığından oluyor bu kazalar. Sırf patronların kâr hırsı yüzünden bu gün milyonlarca işçi, çalışamaz durumda. “Şanslı” olanlar bir başkasının yardımıyla yaşıyor.
Başımızda öyle bir illet var ki, kendi haline bıraktığımızda asla düzelmeyecek. Milyonlarca işçi daha yataklara, tekerlekli sandalyelere, koltuk değneklerine mahkûm, “hayata” devam edecek. Patronlar için biz işçilerin hayatının hiçbir değeri yok, bunu biliyoruz. Peki ya biz kendi canımızı ne kadar düşünüyoruz? Çoğumuz biliyoruz çalıştığımız koşulların tehlikeli olduğunu. Ama buna rağmen çalışıyoruz. Hayatımız patronların iki dudağı arasında, emaneten yaşıyoruz. Sizce bu yaşamak mı? Her sabah kalkıp işe giden binlerce işçi, sakatlandığı için değil işe gitmek kendi başına ayakta duramıyor. Patronların kârı büyüyor, patronlar palazlanıyor ama ne pahasına? Bunu kendimize soralım. Hayatımızı “yarım” bıraktıran patronlardan hesap soralım.