
Giysileri üst üste giydiğimiz, doğalgazın düğmesini yavaş yavaş çevirdiğimiz, sobaya az az odun, kömür attığımız mevsime doğru yaklaşıyoruz. Hayata sıkı sarılmak her mevsim zordur işçiler için. Kış mevsiminde daha bir zordur ev geçindirmek. Öyle çok büyük bir ev değildir evimiz, lüks eşyalarla da dolu değildir. Bazen kendimiz bile bulamayız neyi nereye koyduğumuzu. Yoktur bizim evlerimizde kazağımızın, tişörtümüzün yazlık giysimizin, kışlık giysimizin ayrı yerleri.
Ben, yaz olunca kışlıkları, kış olunca da yazlıkları koyuyorum çekyat altına. Havalar yavaş yavaş soğumaya başladı. Benim de olmayan gardırobumun değişim zamanı geldi. Olmayan diyorum, çünkü benim evim gardırop sığmayacak kadar küçük. Büyük evin masrafı da büyük olduğundan, birçoğunuz gibi ben de sıkış tıkış yaşıyorum işte. Koca koca apartmanları diktiğimiz halde biz otururuz küçük ve soğuk evlerde.
Hiçbir şey yapmadan her şeye sahip olan patronlar oturur en güzel yerlerde. Onlar giyer her şeyin en sıcağını en pahalısını. Benim çalıştığım işyerinde patronun gardırobu, yatağı bile var. Benim bir yılda alamadığım kıyafeti bir seferde alıyor. Mağazacısı özel olarak ayağına geliyor, her geldiğinde de mutlaka bir şeyler bırakıp gidiyor. Oda kıyafetten geçilmiyor, kocaman gardırop doldu da taştı.
Dünya bize de onlara da yetecek kadar zenginlik ve güzellikle doluyken; zenginlikleri, güzellikleri onlar, yoksulluğu ve yoksunluğu bizler çekiyoruz. Bizim de hakkımız değil mi, iyi ve rahat yaşamak? En sıcak ve pahalı giysileri biz üretiriz. Ama biz giyeriz en ucuzlarını. Peki, biz ne zaman kendi ürettiğimizin sahibi olacağız?