
“Bizim fabrikada” diye başlayan birçok cümlemiz vardır. Öyle sahipleniriz ki çalıştığımız fabrikaları, oralarda çalışan ve üreten biz olduğumuz için fabrika da “bizimdir.” Ben de “bizim fabrikada” yaşanan bir “iş kazasını” anlatmak istiyorum. Aslında hem “iş kazasını” hem de diğer işçilerin yaptığı yorumları sizlerle paylaşmalıyım.
Gece vardiyasında olduğumuz hafta, çay molasına çıkarken birinin eline iğne battığını duyduk. İğne sol işaret parmağına girmiş ve çıkmış. İşyerindeki doktor duruma ilk müdahaleyi yapmış ve parmaktan ipi çıkarmış. Ardından işçi özel bir hastaneye götürülmüş. Herkes “a kim acaba?”, “nasıl olmuş?” vs. gibi merak içeren cümlelerle konuşurken “iş kazası” geçiren kişinin geçen hafta birlikte çalıştığım 19 yaşında gencecik bir kız olduğunu öğrendim. Hemen kazanın yaşandığı makinenin olduğu yere gittim. Yerde kan damlaları vardı. Ve makinede bir başka genç kız çalışmaya devam ediyordu.
Orada çalışanlara sordum: “Ne oldu, nasıl oldu?” “Biz de anlamadık, birden aşağı koştu gitti” dediler. Çalıştığım yere geri döndüm. Konuşmalar başladı. “O makineye nasıl kaptırır elini? Basması gereken düğme solda, nasıl sol eli sıkışır? Aklım almıyor nasıl yapmış?” O kadar acımasızca geldi ki sorular. Yahu kız parmağını kaybedebilirdi. İğne kemiğini kırmış olabilir. Ama konuşanlar “imkânsız” bir olay gerçekleşmişçesine konuştular. Sanki patron iş cinayetlerine kurban gitmeyelim diye her önlemi almış da “kaza” buna rağmen yaşanmış.
Gece vardiyasındayız. Herkes yorgun ve uykusuz. Üstelik 12 saat çalışıyoruz. Göz kapağımızın bir kere aşağı inmesi, bütün hayatımıza mal olabilir. Her şey zaten bir anda ve anlamadan oluyor. Normal değil mi bu? Bu, işçinin dikkatsizliği ya da ihmalkârlığı değil! Bu bize dayatılan uzun çalışma saatleri, uykusuzluk, aldığımız paranın hiç bir şeye yetememesi, stres, sıkıntı ve bunlar gibi birçok derdin, tasanın sonucunda yaşadığımız acılardır.
Neyse, ertesi gün birlikte çalıştığım bir başka işçinin bu konu hakkında konuştuğunu işittim ve dinlemeye başladım. Kazayı geçiren kız için “salaklık yaptı, işyerinden şikâyetçi olmayacaktı” dedi. Hemen yaklaştım ve sordum: “Şikâyetçi mi olmuş?” “Evet, şikâyetçi olmuş. Aradım ‘yapma, şikâyetçi olma’ dedim ama dinlemedi beni” dedi. İçimden iyi ki dinlememiş dedim. Başka bir işçi ağabey, “ama işyerinde yaşandı. İş kazası değil mi?” diye gerçekten tereddütlü ve sanki kendisi yanlış biliyormuş gibi sordu. Kız da “ya tamam öyle, ama işyerinin aleyhine sayılır sonuçta. Daha önce ben de elimi burada makineye kaptırdım. Etimi kopardı makine, benimki ufak bir şeydi zaten. Ama ben şikâyetçi olmadım. Evde oldu dedim” dedi ve “hem o daha kadroya alınmamıştı. Artık biraz zor alınır. Ben kadrolu olduğum halde şikâyetçi olmadım” diye de ekledi.
İşyerlerimizde “ufak tefek” diye adlandırdığımız kazaları her gün yaşıyoruz. İlle canımızdan mı olmamız gerekiyor? “Büyük” olması için ille canımızı mı kaybetmek zorundayız? Bu ufak tefekler bir gün öyle bir büyüyor ki, canımızı alıveriyor zaten. Buna izin vermeyelim. Bizlerin canı her şeyden kıymetli değil mi? Bazen bir sensör, bazen başka “ufak” bir önlem alınmadığı için bizler ölüyoruz. “İş Kazaları Kader Değildir! İşçi Ölümlerini Durduralım” kampanyasındaki taleplerimiz açık ve net. Daha iyi koşullarda ve daha iyi ücretlerle çalışırsak hiç birimiz işimizi kaybetmeyelim diye bu pisliklere göz yummayız. O yüzden bu talepler tüm işçilerin talepleri olmalıdır.