
Geçtiğimiz haftalarda aldığım randevu için saatinden önce hastaneye gittim. Hastanenin giriş kapısına kadar her şey normaldi. İçimden “burası diğer hastanelere hiç benzemiyor, galiba çok iyi hizmet alacağım” diye geçirdim. Sağa-sola bakıp giriş yapılan bankoya gittim. Bankoda çalışan işçi avuç içimi okutarak kaydımı yaptı. Avuç içi sistemi 1 Nisan’da başlayacakmış. Lakin bu hastane beklememiş, 1 Nisan gelmeden başlatmış uygulamayı. Kaydım yapıldıktan sonra görevlinin parmağıyla işaret ettiği tarafa gittim. Gitmez olaydım!
Kapıdan içeri doğru baktığımda, giriş kapısında düşündüklerim bir cam vazonun yere düşüp binlerce parçaya bölünmesi gibi dağılıverdi. Sanki kocaman bir kuyu yapmış ve bütün İstanbulluları da o kuyuya atmışlar. Bir ben kalmışım. Yani öyle bir kalabalık ki sormayın! Muayene sırama yarım saat var, benim elimdeki kâğıtta sıram 510. Çin işkencesi gibi tepemizde bir türlü ilerlemeyen ve sesi beynimize çivi gibi inen sıra numarası daha 123’te. Sıra bekleyen yüzlerce insanın çok azı, sınırlı sayıdaki banklarda oturuyor, diğerleri ayakta dikiliyor. Bekleyenlerin büyük bölümü yaşlı insanlar. Herkes sabırla sırasının gelmesini bekliyor. Gözler duvardaki ekranda. Öyle sıra gelmiyor diye kimse “ne bekleyeceğim yahu? Haftaya başka hastaneye giderim” diyemez. Çünkü koskoca İstanbul’da SSK’lıların ve yoksul emekçilerin gidebileceği tek SSK anlaşmalı üniversite diş hastanesi var o da bu. Nüfusu 20 milyon olan İstanbul’da tek üniversite diş hastanesi!
Herkes sabırla sırasını bekliyor. Arada bir, o kalabalık insan yığınının içinden beyaz önlüklü, kadınlı-erkekli genç doktorlar girip çıkıyorlar. O sırada içeriden çıkan biri elindeki kâğıtları havaya kaldırarak “bir sene sürebilir ha? Bir seneye kim öle kim kala. Zengin olan gidip en iyi yerde hemen yaptırıyor. Bir sene ha, bir sene ha?” diye bağırarak çıkıp gitti. Tam dört saat sonra ekranda benim numaram yandı. Girdim içeriye.
Muayenemi yapan genç doktor bir dizi soru sordu, kayıttı, filmdi epey uğraştı. Yapılacak işlem için bilgi verdi, SSK ödemesinin dışında ayrıca ödemem gerektiği varsayılan miktarı söylediğinde yutkundum. Halimi ve söyleyeceğimi anlamış gibi başını salladı. Sonra ben tedavi hakkında sorular sordum. Derken, gelen sesler üzerine yemek molalarının ne kadar olduğunu sordum. 20 dakika olduğunu söyledi. Evet, yanlış duymamıştım. Artık doktorlar da uzun saatler çalışıp 20 dakika gibi kısacık bir süre yemek molası veriyorlar. Fabrikalarda 30 dakika yemek molası kullanan işçilerden beter halleri!
Dayanamadım, genç doktora şunları söyledim: “Yani desenize siz insan tamir edenler, işgücünün tamircileri, işçilerden beter bir haldesiniz. Peki, size muayene olan birine ‘bir lokmayı 32 sefer çiğneyeceksin, yemeğini yavaş yavaş yiyeceksin ondan sonra ya 40 adım atacaksın ya sırt üstü yatacaksın’ diyor musunuz?” Başını iki yana salladı. Kendisi 20 dakika yemek molası kullanan, yemek midesine ulaşmadan işbaşı yapan bir doktor muayene ettiği birine “yemekten sonra biraz yürüyüş yapmalı, hareket etmelisin ve dinlenmelisin ki yemeği sindiresin” diyebilir mi?
Bu koşullara rağmen doktorlar çoğunlukla henüz işçi olduklarının farkında değiller. Oysa ücret karşılığı çalışan doktorlar da işçi sınıfının bir parçasıdır ve onların hakları da işçi sınıfının zorlu mücadeleleri sayesinde kazanılmıştır.
İşçi sınıfının ağır bedeller ödeyerek elde ettiği 8 saatlik işgünü, dinlenme hakkı elimizden alınmış. Her birimiz modern köle durumundayız. Artık ayrılığı gayrlığı bir kenara itip mücadele etmek zorundayız. Yoksa gerçek köleden bir farkımız kalmayacak.