Bilirsiniz ki İstanbul’da bir yerden başka bir yere ulaşmak demek, çileli bir yolculuk demektir. Toplu taşıma araçlarının hengâmesi anlatmakla bitmez. Minibüs, otobüs, metro, tramvay, metrobüs gibi araçların her birinde yolculuk etmek ayrı bir dert. Ama bunların içinden birisi diğerlerine göre daha popüler. Tahmin edersiniz ki metrobüs ilk sırayı hiç kaptırmıyor! İşe gidiş ve dönüş saatlerinde metrobüs duraklarında yığınlar yerini alıyor ve yarış başlıyor! Henüz tanışmamış olanlar için biraz metrobüs sisteminden bahsedeyim. Anadolu yakasından ve Avrupa yakasının ilk durağı olan Zincirlikuyu’dan kalkan metrobüsler Avcılar ve Beylikdüzü’ne kadar gidiyor. Bir de ortalarda yer alan Cevizlibağ durağı var. Bu duraktan da 34C yani Cevizlibağ’dan kalkıp Beylikdüzü’ne kadar giden metrobüsler geçiyor. Ama işe gidiş-çıkış saatlerinde Cevizlibağ durağından metrobüse binmeye çalışmak demek, ezilme riskini göze almak demek. Böyle durumlarda da zamandan tasarruf etmek için yeni taktikler üretmek zorunda kalıyorsunuz.
Yine bir gün trafiğin yoğun olduğu saatlerde metrobüse işim düştü. Acelem olduğu için Cevizlibağ sendromuna karşı bir taktik üretmeye koyuldum. Cevizlibağ’dan bir önceki durak Topkapı durağı. Eğer Topkapı durağına gidersem, hem Cevizlibağ kadar kalabalık değildir hem de Anadolu yakasından ya da Zincirlikuyu’dan gelen bir metrobüsün bir kenarına ilişebilirim diye düşündüm. Bu fikir çok akıllıca gelmişti. Topkapı durağına gittim. Metrobüs beklemeye başladım. Art arda iki metrobüs geldi ve durdu. Kapılar açıldı ama içerideki insanlar sıkışmaktan kalıp halini almışlar, kımıldayamıyorlardı. Neyse, dedim kendi kendime “bir dahakine binerim.” Bekleyiş devam ederken duraktaki insan sayısı artıyor, önümüzden geçip duran boş metrobüs 34C’nin ardından bakakalıyorduk. Aradan neredeyse 20 dakika geçmişti ama tek kişi bile metrobüse binmeyi başaramamıştı. Kapıların hizasını tutturmaya çalışıyor, bazılarımız kapı önüme denk gelsin diye yavaş ilerleyen metrobüsü elimizle durdurmaya çalışıyorduk. Açılan kapının suratımıza kapanmasıyla sinirlerimiz gerilmeye başlıyordu. Önümüzden bomboş bir şekilde Cevizlibağ’dan yolcu almak üzere geçen 34C’ler de iyice sinir ediyordu bizi. En sonunda genç yaşlarda bir erkek dayanamayıp kendini metrobüs yoluna attı. 34C’nin önünü kesti ve kapıları açması için eliyle işaretler yaptı, tekrar durağa çıktı. Onun durağa çıkmasıyla 34C kayıp gitti önümüzden ve yine ardından bakakaldık. Yok, bu böyle olmayacaktı. Genç adam öfkeli bir şekilde bir sonraki 34C’nin de önüne atladı. Sonra baktım bir adam daha indi aşağıya. Ardından 3’er 5’er inmeye başladı insanlar. Ben de indim ve metrobüse doğru yürümeye başladık. Yürüyen kalabalığı gören metrobüs şöförü tüm kapıları açtı ve hepimiz metrobüse doluştuk. Metrobüse binebilmenin zaferiyle herkesin yüzü gülüyordu. Metrobüste bir dayanışma inanamazsınız; gençler yaşlılara yer veriyor, erkekler kadınlara yer veriyor; “Buyurun siz oturun”, “Yok canım ne demek buyurun siz oturun…” Tabiri caizse bu bir mucizeydi. İlerleyen duraklarda yanımdaki genç bir çocuk başka bir adama; “abi sen Topkapı durağında mı bindin?” diye sordu. Adam da “evet orada bindim” dedi. Genç çocuk gülerek “nasıl da durdurduk, bindik ama” dedi. Gencin bu heyecanına adam çok durgun tepkiler veriyordu. Sonra konuşmaya başladı: “Biz seçerken seçmesini biliyoruz. Ama sonra unutuyoruz. Bakmıyoruz ki seçtiğimiz adam ne yapıyor, denetlemiyoruz. Yalnızca seçmeyi biliyoruz. Sonra da seçtiğimiz A partisi B partisi fark etmez, onlar seçimi kazanıyor biz seviniyoruz. Biz niye seviniyoruz ki! Bizim hayatımızda değişen bir şey yok, bak! Sevinmesi gereken onların karıları, çocukları. İşte hep bizden dolayı böyle, haksız mıyım?” Genç “haklısın abi” diyerek adamı onayladı.
Düşününce öyle trajikomikti ki halimiz. Parasını peşin verdiğimiz araca binebildik diye sevinir oluyoruz. Öfkemizi de bizi bu hale getirenlere değil metrobüs şöförüne, birbirimize kusuyoruz. Hâlbuki temel ihtiyaçlarımızdan birisi olan ulaşım, istenilse pekâlâ da sorun olmaktan çıkarılabilir. Metrobüsteki adam çok haklıydı. Biz önümüze dayatılanı seçip sonra da yaptıkları karşısında susuyoruz. Sormuyoruz “Bu iş niye böyle?” diye. Ya da kendi kendimize soruyoruz, kimse duymuyor. Kendi keyifleri için milyon dolarlar akıtıp saraylar yaptıranlar biz işçi-emekçi kesimi hiç umursamıyorlar bile. Seçim zamanı yakamıza yapışıp oy istiyorlar, sonra dış kapının dış mandalı bile olmuyoruz onlar için. Bu yaşadığım küçücük bir örnek bile birlik olunca güçlü olduğumuzu gösteriyor. Tek kişiyken açılmayan kapılar, hep birden yürüyünce açılıveriyor.