İş yaşamının başladığı ilk yıllarda enerjimiz yüksektir. Her yere ve her işe yetişebileceğimizi düşünürüz. Genç işçiler olarak, kariyer, terfi edebilme, yüksek gelir, iyi bir gelecek gibi hedeflerimiz vardır ve bütün enerjimizi bu hedeflerimizi gerçekleştirmek uğruna harcarız. Zamanımızın büyük kısmını iş hayatımız alır.
Fakat uzayan iş saatleri hayat algımızı değiştiriyor. Çok çalışmaktan, işimizde kullandığımız araçlardan bağımsızlaşamaz hale geliyoruz. Patronların sürekli acil olan ve bitmeyen işleri, bizi sosyal hayattan kopararak bönleştiriyor. Bizler giderek sosyal hayattan kopup bireyselleşirken, varlığımız artık patronların daha çok kazanmasına hizmet eder hale geliyor. Mevcut koşullarda ne uygun görülmüşse kabul eden, var olanla yetinen ve bu doğrultuda hayatını sürdüren işçiler oluyoruz. Varlığımız, patronların varlığına armağan olsun diye durmadan canhıraş çalışıyor, patronların en çok sevdiği işçi modeli oluyoruz.
Bir eşyanın boş düşüyle yaşar hale geliyoruz ve sahip olmaya çalıştıklarımız sonunda bize sahip oluyor. Bunun sonucu olarak insani değerlerimizi de kaybediyoruz. Sıkıntılarımızı, dertlerimizi paylaşacağımız insanların sayısı giderek azalıyor. Arkadaşlarımızla, komşularımızla selamlaşmıyor, günaydın bile demiyoruz. Kendimize, kitap okumaya, sinemaya gitmeye, ailemize ayıracak zamanımız yok! Artık hayat bizim için işten ibarettir ve eve git işe gel şeklinde bir kısır döngü halindedir. Kalabalık çalışma ortamlarında, giderek yalnızlaşıp yabancılaşıyoruz. Makinelerin parçası haline geliyoruz.
Bu yabancılaşma sürecini; uzayan iş saatleri, düşük ücretler, taşeronlaştırma, vardiyalı çalışma, ağır iş yükü, aşırı sorumluluk, ekonomik zorluklar, işini kaybetme korkusu gibi birçok faktör besliyor.
Biz işçiler, kölece çalışma koşullarına boyun eğmek zorunda değiliz. Hayatın sadece çalışmaktan ibaret olmadığını görmeliyiz. Bunu görmenin yolu örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçiyor. Birleşen ve hakları için mücadele eden işçiler yeniden doğmuş gibi olurlar.
Yaşasın İşçilerin Örgütlü Mücadelesi!