
Üniversiteler açılıyor. Aldıkları sınav sonuçlarına göre üniversitelere kaydını yaptıran yüz binlerce kişi “daha iyi bir gelecek için açılan bir kapı” olarak gördükleri üniversitelerin açılmasını büyük bir heyecanla bekliyor. 2 milyondan fazla adayın yarıştığı zorlu bir maratondan iyisiyle kötüsüyle bir bölüm kazanan sadece 800 bin kişi var. Bu da geri kalan 1 milyon 200 bin kişinin üniversite hayalinin paramparça olduğu anlamına geliyor. Sadece bu küçük bilgi bile bu sınavların iddia edildiği gibi “ölçme ve yerleştirme” değil eleme sınavları olduğunu gösteriyor.
İşin aslına bakacak olursak, eleme insanın doğumundan başlıyor. Bu sistemde bebekler temelde iki farklı aile yapısında dünyaya geliyor. Birinci aile yapısı; zengin, mülk sahibi ve işçilerin emeğini sömürerek yararlanan asalaklardan oluşuyor. İkinci aile yapısı ise yoksul, yaşamı kahır ve acıdan ibaret olan ve hayatta kalmak için gece gündüz çalışmak zorunda olan işçilerden oluşuyor. Doğal olarak bu eşitsizlik insan yaşamının sonuna kadar kendini gösteriyor.
Zengin çocukları doğumundan itibaren en iyi eğitimi alıyorlar. Zengin tuzu kurular; en iyi dadılardan, bakıcılardan, eğitmenlerden piyano derslerinden tutun da yabancı dil derslerine kadar özel dersler alıyor, en iyi okullarda okuyorlar. Yürümeye başladıklarından itibaren kendilerini sokakta, torna veya simit tezgâhlarında bulan emekçi çocukları ise ne bir bilimsel eğitimden geçiyor ne de bu eğitimi alacak bir altyapıya sahip oluyorlar. Devlet okullarında aldıkları tekçi, kalıpçı, vasat eğitimle de kafaları iyice bulandırılıyor.
Üniversiteye hazırlanma aşamasında da bu durum değişmiyor. Zengin çocukları, özel okullarda aldıkları eğitimle ve her dersin en iyi hocalarından aldıkları takviye özel derslerle sınava hazırlanırken ya da zaten paralı üniversitelerde okurken, işçi-emekçi çocukları düz, meslek veya onlardan çok da farkı kalmamış olan Anadolu liselerinde aldıkları vasat eğitimle sınava hazırlanmaya çalışıyorlar.
Devlet liselerindeki son derece yetersiz eğitimi, boğazından kıstığı lokmalarla denkleştirdiği 2-3 bin lirayı dershanelere akıtarak kapatmaya çalışan işçi aileleri içinse durum daha da zorlaştı. Çünkü AKP, kendi çıkarları için dershaneleri özel okullara çevirdi. Dershanelerin varlığını savunacak değilim. Fakat sınava hazırlanan öğrencilerin, devlet okullarında aldıkları eğitimle bırakın herhangi bir bölüm kazanmayı barajı bile aşabilmeleri olanaksız. Devlet asıl yapması gereken şeyi, yani devlet liselerindeki eğitimin niteliğini arttırmıyor. Tam tersine, sırtındaki eğitim yükünü daha da hafifletmeye çalışıyor. Sınava hazırlanan gençlere iki seçenek sunuyor. Ya devlet liselerine devam eder ve bu vasat eğitimle üniversite hayallerini unutursunuz ya da yıllık 7-8 bin lirayı bastırır dershanelerden özel okullara dönüştürülen liselere gider üniversite sınavlarına çalışırsınız. Yani sistemin eleği, bu kez de o kadar parayı denkleştiremeyecek pek çok işçi ailesi için çalışıyor. Ya da en iyisi üniversite sınavlarının toptan kaldırılması olduğu halde, bunun lafı dahi edilmiyor.
Peki, bu durum bu sene üniversiteyi kazanan 800 bin öğrenci için değişecek mi? Elbette bu sayının içindeki zengin çocuklarından bahsetmiyorum. Onların yaşamı daha doğmadan garanti altına alınmış. Bizler, yani işçi-emekçi çocukları için gerçekten üniversiteler “iyi bir gelecek” mi vaat ediyor? Bu sorunun cevabını çevremizdeki “diplomalı işsizlere” veya üniversiteyi bitirmiş fakat üç kuruşa çalışan binlerce kişiye bakarak cevaplayabiliriz. Hepsinde ortak olan büyük bir hayal kırıklığıdır. Sistem tarafından uyutulan ve üniversitelere büyük hayallerle giren yüz binlerce işçi çocuğu mezun olabilirlerse eğer gerçeklerle yüz yüze geliyor. Ana ve babaları gibi işsizlikle, düşük ücretlerle, uzun ve yorucu iş saatleriyle boğuşuyor. Bu çarkı durdurmanın tek yolu, işçi çocuklarının, daha başından itibaren eşitsizlik saçan, bebeklerin bile sınıflandırıldığı kapitalist sisteme karşı topyekûn mücadele etmesinden geçiyor. Çünkü geleceğimizi ancak mücadele ederek kurtarabiliriz.