“Çocukların açlığını, gözlerindeki yoksulluğu, perişanlığı ve çığlıkları duydum. Bir lokma ekmeğe muhtaç olduklarını canlı canlı gördüm. Anne, baba ve çocuklar perişandı. Savaş onları mahvetmişti. Duygularını alt üst ve harap ettiği gibi evlerini barklarını da talan etmişti. Yaşayan ölüler gibiydiler. Kobanê’den döndüğümde günlerce gördüklerim gözümün önünden gitmedi. Rüyalarımda sürekli savaş görüntüleri vardı. Sürekli kâbuslar, ölen insanlar görüyordum. Aylarca kendime gelemedim. Psikolojim bozuldu. Çocuklarım halime bakıp, ‘Anne ne olur kendine gel. Ayakta kalmamız lazım’ diyordu. Kobanê’den döndükten sonraki ilk günün sabahı kahvaltı hazırlayacağım, dolabı açtım masaya birkaç zeytin, biraz da peynir koydum. İçimden dolabı açıp, masaya yiyecek bir şeyler koymak gelmedi. Utandım. Suçluluk duydum. ‘Onlar orada açken biz ne yapıyoruz?’ diye düşündüm… Torunumu günlerce kucağıma alıp sevemedim. Kıyıya vuran çocuklar geldi aklıma. Savaşta öldürülen yüzlerce çocuk ve anaları geldi aklıma. Hep diyorum daha ne kadar sürecek bu savaş? Bu kader bizi hep böyle mi bulacak? Ne zaman değişecek bu durum? Soruyorum kendi kendime bir cevap bulamıyorum. Tek suçumuz Kürt olmak. Ölmek hep bizim kaderimiz ne yazık ki…”
Kobanê’ye yardım için gidip gelmiş bir Kürt ananın ağzından zorlukla çıkan cümlelerdi bunlar. Sesi titreyerek, gözleri dolarak anlatıyordu bunları. Ben de dinlerken çok etkilendim. Bu cümleleri dinlerken insanın etkilenmemesi mümkün değildi. Savaşın insanlara yaşattığı acıları bir nebze olsun anlatabilmek için bu mektubu yazıyorum. Okuyan herkesin bir anlığına kendilerini onların yerine koymalarını ve Kürtlere düşmanlık besleyenlerin bir parça bu gözle bakmalarını istediğim için yazdım bu mektubu.