
Türk-İş’e bağlı Şeker-İş Sendikası, kiralık işçiliğin ve kölelik bürolarının önünü açan yasa tasarısını, üyelerini her gün 2 saat bedavaya çalıştırarak “protesto” ediyor. Patronları daha da zengin ederek “işçilerin hakkını koruduğunu” iddia ediyor. Keza geçtiğimiz günlerde Liman-İş, işçilerden habersiz toplu sözleşme imzaladı. Türk Metal, patronlar eliyle işyerlerinde örgütleniyor, istifa eden işçilere saldırıyor, işçilerin parasıyla oteller kuruyor. Sözde sendikacılar zenginlik içinde yaşıyorlar. Türk-İş ve Hak-İş konfederasyonları tümüyle hükümete teslim olmuş bulunuyor. Kiralık işçiliği getiren yasa tasarısına karşı kıllarını kıpırdatmadılar. İşçilere sınıf dayanışmasını, kardeşliği değil milliyetçiliği aşılıyorlar. İşçilerin mücadele tarihini unutturmaya çalışıyorlar. Birçok sendikanın durumu benzer. Oysa sendikalar işçilerin birleştiği örgütlerdir. Peki, ne oldu da sendikalar patronların oyuncağı haline geldi?
Sanayinin gelişmeye başladığı 1700-1800’lü yıllarda, daha önce köylü ya da zanaatkâr olan insanlar fabrikalarda işçileşmeye başladılar. O zamanlar iş kanunu, sigorta, sosyal hak, iş saati sınırı, yıllık izin, doğum izni diye bir hak yoktu. İşçiler haftanın 6 günü 12-16 saat çalışıyorlardı. Neden mutsuzluğa, açlığa mahkûm edildiklerini, toplumda acı çeken taraf olduklarını anlayamıyorlardı. Bunun öfkesiyle makineleri kırıp parçalamaya başladılar. Ama bu yolla işsizlikten, yoksulluktan kurtulamadılar.
Zaman geçtikçe işçiler, toplumun işçi sınıfı ve patronlar sınıfı olarak iki büyük parçaya ayrıldığını kavradılar. Üreten işçi sınıfının tek çaresi sermaye sınıfına karşı birlik olmak, örgütlenmekti. İşte bu yüzden işçiler birlikler kurmaya ve bunların adına da sendika demeye başladılar. O gün için sendikalar, işçilerin yalnızca dayanışma birlikleriydiler. Patronlarla işçiler adına toplu sözleşme yapma hakkına henüz sahip değillerdi. Patronlar ve hükümetler işçilerin sendika kurmasını yasaklıyorlardı.
Sanayinin beşiği olan İngiltere’de, sendika kurmayı engelleyen yasa 1824’te işçilerin mücadelesiyle kaldırıldı. O andan itibaren tüm Avrupa’da işçi sınıfının mücadelesi giderek gelişti. Sendikalar önceleri işçilerin sosyal ve ekonomik haklarını geliştirmek için mücadele ettiler. Ama sonra işçi sınıfı, mücadelesinin sadece ekonomik haklarla sınırlı kalamayacağını anladı. Daha fazla siyasal ve demokratik hak için de mücadele etmek gerekiyordu. Nitekim 1800’lü yıllar boyunca işçiler, uluslararası alanda örgütlendiler. Dünyanın bütün işçileri kardeşti ve tüm dünyanın işçileri sömürü sistemine karşı birleşmek zorundaydı!
İşçilerin ne denli güçlü olduğunu gören patronlar, sendikaları yozlaştırmak ya da ele geçirmek için harekete geçtiler. Böylece işçilerin birliğini dağıtmış olacaklardı. İşçilerden uzaklaşan birçok sendikacı bürokratlaştı ve patronların hizmetine girdi. İşçilerin hakları için mücadele etmek yerine patronlarla uzlaştılar, kendi koltuklarını kordular. İşçileri eğitmek, bilinçlendirmek ve örgütlemek için harekete geçmediler. Bu tip sendikalar, aynı zamanda düzen partileriyle de iç içe geçtiler. Aynı Türk-İş ve Hak-İş bürokratları gibi…
Ama bir de mücadeleci sendikalar ve sendikacılar oldu. Meselâ 1980 öncesinde DİSK/Maden-İş Sendikası böyle bir sendikaydı. Maden-İş Başkanı Kemal Türkler mücadeleci, namuslu bir işçi önderiydi. Bu nedenle işçilerin hakları için mücadele ediyordu. İşçiler haklarını patronlardan söke söke alıyorlardı. Maden-İş işçileri eğitiyor, bilinçlendiriyor, örgütlüyordu. Bu yüzden işçinin alnı ak, başı dikti. İşçiler kendilerine güveniyorlardı.
Bugün çok az mücadeleci sendika var. Oysa sendikalar işçilerin örgütleri olmalıdır. Bugün patronlarla işçiler arasındaki mücadele, aynı zamanda sendikalara da uzanıyor. Yani biz işçiler sendikalarımızı da denetlemek, patronlara kaptırmamak ve bürokratlardan temizlemek için mücadele vermek zorundayız. Sendikalara küsmek ise tam da patronların ekmeğine yağ sürer. Sendikalarımızı yeniden mücadele birliklerimiz haline getirmeliyiz.