Ben ofis işçisiyim. Bilirsiniz, genellikle ofis işçilerinin servisi olmaz. İşe gidip gelirken Gebze-Harem minibüslerini kullanmak zorundayım. Minibüs deyip geçmemek lazım, bu hat hem Anadolu Yakasındaki İstanbulluların hem de Gebzelilerin olmazsa olmazı. Çünkü metro yok, tren yok, otobüs yok. Yani bu kadar kalabalık iki kente uygun bir ulaşım hizmeti yok. Bu nedenle minibüsle taşıma gibi ilkel bir yönteme ve çılgın Gebze-Harem minibüsü şoförlerine katlanmak zorundayız.
Bu minibüslerde her gün kelle koltukta seyahat ediyoruz. Olmadık kavgalara karışıyoruz. Şoföre, “kardeş biraz yavaş git, durakta 15 dakika yatma, yolcu binerken hareket etme, valizi olan yolcuyu minibüsten atma” gibi sözler söyleyecek olsak “in aşağı” yanıtı alıyoruz. Minibüse yol vermeyen başka bir araç olursa o aracın sürücüsünün dayak yemesine şahit oluyoruz. Kafalarına göre güzergâh değiştirdiklerinde bunun nedenini soramıyoruz. Kışın ortasında saatte 120 kilometre giderken sigara içmek için camı açıp bizi dondurmalarına, yazın sıcağında 50 kişiyi minibüsün içine tıkmalarına, bangır bangır müzik açmalarına, kırmızı ışık takmadan gaza basmalarına ses çıkaramıyoruz.
Geçenlerde bir akşam Gebze’den dönüyordum ve en arka koltukta oturuyordum. Şoförün arkasında ayakta duran 4-5 kişi kendi aralarında sohbet ediyorlardı. İçlerinden bir amca anlatmaya başladı: “Geçen hafta gece saat 11’de Gebze’de ilk durakta bekleyen minibüs şoförüne ‘kaçta kalkacaksın?’ diye sordum. ‘Kayışdağı’nda oturuyorum. Son otobüse yetişmem lazım. Kaçta kalkacaksan söyle, ona göre bineyim’ dedim. ‘Abi üç dakika, bilemedin 5 dakika içinde kalkacağım’ dedi. Minibüse bindim parayı verdim. 3 dakika oldu 10 dakika, 10 dakika oldu 25 dakika, 25 dakika oldu 35 dakika. Çok sinirlendim, uyardım, kavga ettim. Yok, tınlayan yok! ‘Kardeş madem kalkmayacaksın neden bana üç-beş dakika dedin? Şimdi ben evime nasıl gideceğim?’ dedim. ‘Abi, ekmek parası’ dedi. ‘İyi de senin kazandığın bu ekmek helâl değil ki’ dedim. Kavga ettim ama nafile. İnsanlıktan çıkmış, umurunda değil.”
Bunun üzerine minibüs şoförü “abi ne yaparsın, işte, karışmış aramıza üç-dört kişi, bu mesleği rezil ediyor” demesin mi? Biz yolcular başladık gülmeye. “Ne üç beş kişisi ya? Ne kadar hasta ruhlu varsa bu hatta toplanmış” dedik.
Gülüşmeler devam ediyordu ki şoförün etrafındaki kalabalıktan biri, hattın eski şoförlerindenmiş, anlatmaya başladı: “Şimdiki Gebze-Harem şoförlerinin hepsi genç ve yarısı sabıkalı. En ufak bir şeyde toplanıp adam dövüyorlar. Laftan anlamıyorlar. Yolcu toplamak için olmadık işler yapıyorlar. Bizim zamanımızda olmayan şeyler var şimdi. Araba ne halde ona bile bakmıyorlar. Hepsi mal sahiplerinin, hat sahiplerinin suçu. Üç-beş kuruş daha fazla veririm diyene hattı veriyorlar. Ne kadar serseri varsa bu hatta doluşuyor.”
Daha fazla dinleyemedim. Milyonlarca insanın yaşadığı ve çalıştığı kentlerde, üstelik teknoloji bu kadar ilerlemişken, böyle kelle koltukta seyahat etmemiz dehşet verici. Bir kamu hizmeti olarak düzgünce organize edilmesi gereken ulaşım bu şekilde düzenleniyor. Çünkü kapitalizm altında ne insanın ne de insan ihtiyaçlarının bir önemi yok. Bir de işin içine Türkiye kapitalizmi giriyor ki onu burada anlatmayayım. Yanımdaki yolculara durumun garipliğini anlatmaya çalıştım. “Ne yaparsın, durum bu” dediler. Evet, doğru durum bu. Ama yapacak çok şey var. İşe alışmayı reddetmekle, “normal” görmemekle başlamak lazım.