
İnsanlar sıkça şu öğüdü dile getirirler: Aslını, neslini, kim olduğunu unutma! Denmek istenir ki, geçmişine ve yaşadığın topluma yabancılaşma, nereden gelip nereye gittiğini unutma, inkârcı olma! Peki biz kimiz, nereden gelip nereye gidiyoruz, unutmamamız, yabancı olmamamız gereken asıl şey ne?
Dünya üzerinde yüzlerce değişik halk yaşıyor. Tüm bu halklar farklı inanç, dil ve kültüre sahipler. Kimisi Hıristiyan kimisi Müslümandır; kimisi Hintli, Çinli, Alman ya da Fransızdır. Hiçbir ülke ve toplum yekpare/tek parça değildir. Meselâ Hindistan’da onlarca farklı dil, değişik inanç biçimleri ve kültürel gelenekler var. Güney Afrika’da ondan fazla dil konuşuluyor. Türkiye’de Sünni ya da Alevi olanı var; Türkü ya da Kürdü var. Muhafazakâr olanı ya da olmayanı var. İnsanların kimisi Diyarbakırlı, kimisi Karslı, kimisi Edirnelidir.
Peki ulusal, dinsel ve kültürel kimlikler asıl kimliklerimiz mi? Yoksa tüm bu kimliklerin üzerinde yer alan bir ana kimlik mi var? Unutmamamız, yabancılaşmamamız, sahip çıkmamız gereken hangisi? Hangi kimlik etrafında bir araya geleceğiz, kimlerle bir arada, kimlerle karşı karşıya duracağız?
Hangi ulusa, inanca ve kültüre mensup olursa olsunlar, hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar, insanlar iki şekilde ayrılırlar: Emekçiler ve sömürücüler! Emekçiler sınıfı, sömürücüler sınıfı! Öyleyse bir insanın toplumdaki yerini, çıkarlarının nerede olduğunu anlamak için o insanın ne yaptığına bakmak gerekiyor: Emek harcayarak üretim mi yapıyor, yoksa emekçilerin ürettiğine el mi koyuyor? İşte mesele bu kadar basittir. Toplum emekçiler ve sömürücüler olarak iki temel sınıfa ayrışmıştır. Bir tarafta toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler, öte tarafta ise emekçilerin sırtından geçinen bir avuç sömürücü asalak var.
Bu durumda, bir emekçi ile bir sömürücü, sırf aynı ulusa, inanca ve kültüre mensup diye kardeş olabilir mi? Bunların çıkarları başka ülkelerin halkları karşısında ortak olabilir mi? Elbette olamaz! Meselâ Amerika’daki bir emekçi ile Türkiye’deki bir emekçi arasında hiçbir sınıfsal ayrım yoktur. Bu emekçilerin farklı dil, inanç ve kültürlere sahip olmaları bir ayrışma noktası olamaz. Buna karşın, ister İngilizce isterse Türkçe konuşsun, ister Müslüman isterse Hıristiyan olsun, tüm sömürücüler/patronlar aynı sınıfın üyesidir. Türk işçinin dostu sömürücü Türk patron değil, emekçi Amerikalıdır! Normal şartlarda hangi inanç ve kültürden olursa olsunlar, emekçilerin birbirleriyle sorunu yoktur. Emekçileri inançları ve kültürleri temelinde ayrıştırıp birbirlerine karşı kışkırtan sömürücülerdir. Çünkü tüm inanç ve kültürden emekçilerin çıkarlarının bir olduğunun anlaşılmasını asla istemezler.
Şu örnek yeterince açıklayıcıdır: Patronların hizmetkârı bir yazar, “servetin biricik kaynağı emektir” sözüne öfke kusarak şöyle diyor: “Emek, servetin biricik kaynağı imiş! Bu doktrin yanlış olduğu kadar tehlikeli de. Zira ne yazık ki, her türlü malın işçi sınıfına ait bulunduğunu, diğerlerinin aldıkları kısmın ise ya bu sınıfın elinden alındığını ya da düpedüz çalındığını öne süren görüşe destek oluyor.” Bu satırlarda korku ve endişe var! İşçi sınıfının gerçeği görmesinden, sınıf bilinci kazanmasından ve sömürü düzenine karşı ayaklanmasından ödleri patlıyor. İşçi sınıfının bir gün bilinçlenip ayağa kalkacağı düşüncesi, bir gölge gibi dolaşıp durur sermaye sınıfının üzerinde.
İşte bu yüzden, patronuyla hükümetiyle tüm sömürücüler, işçiler bir sınıf olduklarını, çıkarlarının ortak olduğunu kavramasın, sınıf bilinci ve sınıf kimliği kazanmasın diye her yola başvuruyor. Geçmişten günümüze, sömürü düzeni çeşitli kılıklar altında meşrulaştırılıp emekçilere benimsetiliyor. Üreten, hammaddeyi dönüştüren, şekil veren, zenginliği var eden emektir. Ancak emeğin sahiplerine şu düşünce kabul ettirilmiştir: “Özel mülkiyet hak ve kutsaldır!” Böylece özel mülkiyete dayalı, kurulu sömürü düzenine başkaldırmak günah kapsamına sokulmuştur. Oysa kapitalistlerin özel mülkü haline getirdikleri şey geçim araçları değil tüm üretim araçlarıdır. Üretim araçları ise, işçi sınıfının el konulan emeğinin yoğunlaşmış, cisimleşmiş halidir! Özel mülkiyete dokunmama düşüncesini kabul etmek, sömürü düzeninin sonsuza dek sürüp gitmesini kabul etmektir.
Bu doğrultuda sermaye sınıfı, medyayı da kullanarak emekçilerin bilincini kendi düşünceleri temelinde oluşturuyor, felç ediyor. Emekçilerin dini inançlarını, kültürlerini bu temelde istismar ediyor. Emek ile sermaye arasındaki çelişki ve çatışmanın üzerini kapatmak amacıyla, milliyetçiliği kışkırtıyor, diğer halkları aşağılıyor, onların düşman olduğunu söylüyor. Geçmişte Hitler, Almanların üstün ırk olduğunu ve dünyaya hâkim olacağını söyleyerek ırkçılığı meşrulaştırdı ve emekçileri arkasına taktı. İşçiler, Alman patronlarının çıkarları için savaş cephelerinde ölüp gittiler.
Durum bugün de farklı değil. Dünyanın genelinde olduğu gibi Türkiye’de de, milliyetçilik kışkırtılıyor ve emekçiler inanç ve kültürel kimlikler temelinde bölünüyorlar. Türkiye işçi sınıfı örgütlü olmadığı ve sınıf bilincinden yoksun olduğu için bir sınıf olarak hareket edemiyor. İşte bu yüzden işçi ve emekçiler kolayca yapay temelde ayrıştırılıp kutuplaştırılabiliyor. Muhafazakârlık, Sünnilik, Alevilik, Türklük ve Kürtlük ya da hemşerilik gibi inanç, etnik ve kültürel kimlikler, işçilerin sınıf kimliğinin yerine geçebiliyor. Muhafazakâr işçi, kendi sınıf çıkarlarını unutarak ve yanında çalışan diğer inanç ve ulustan işçilere düşman kesilerek AKP-Erdoğan iktidarını destekleyebiliyor. Aynı takım tutar gibi, AKP hükümetinin neredeyse her icraatını ve bu arada işçi haklarına saldırmasını bilinçsizce savunabiliyor.
İşçi sınıfı yapay temelde bölünüp parçalandığından ötürü haklarına sahip çıkamıyor. En basitinden sendikaların güçsüz olmasının, ücretlerin düşük tutulmasının, iş saatlerinin 12 saati aşmasının, her sene 2 bine yakın işçinin iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmesinin nedeni bu bölünme ve dağınıklıktır. Bugünkü gidişatı tersine çevirmenin yolu işçilerin sınıf bilinci kazanmasından geçiyor. Sınıf bilinci kazanan işçi, kendisinin işçi sınıfının bir parçası olduğunu, patronlar karşısında tüm işçilerin çıkarının ortak olduğunu, tüm dünya işçilerinin kardeş olduğunu, düzen partilerinin işçilerin haklarını savunmadığını, AKP-Erdoğan iktidarının sömürü düzenine hizmet ettiğini bilir, görür, kavrar ve ona göre hareket eder. Örgütlenip mücadele eder. Etnik, inanç ve kültürel kimliğini değil, sınıf kimliğini öne çıkartır!
Öyleyse sömürücülerin oyunlarına kanmayalım; yapay ayrımları bir kenara koyarak işçi sınıfının bayrağı altında birleşelim!