
Ankara, Türkiye’nin başkenti. Tam ortasında da Türkiye Büyük Millet Meclisi var. Az ötede bir adam Meclisin önünde duruyor. Elinde benzin dolu bir bidon var. Önce üzerine benzini döküyor. Ardından çakmağı ateşliyor. Ve şimdi de cayır cayır yanıyor.[*] [1]
Bir anda düşünceler hücum ediyor beynime. Neler gelmiyor ki aklıma... Şehirlerimizi dev beton yığınlarına döndüren inşaatları düşünüyorum. İnşaatlarda yitirdiğimiz canlar geliyor aklıma. Öyle ya her yıl yüzlerce inşaat işçisi yaşamını yitiriyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin yayınladığı 2017 yılı iş cinayetleri raporuna göre, en az 2006 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Bu işçilerden 453’ü inşaatta çalışıyordu. Rakamların dili soğuktur derler. Dile kolay, 453 can. Kimisi gözü yaşlı anasını, sevdalısını bırakıp gurbete çıkıyor; kimisi üniversiteden mezun olup, iş bulamayınca soluğu şantiyede alıyor. Aralarında henüz bıyıkları terlememiş olanı da var; merdiveni elliye dayamış olanı da. Hepsi de yaşamak için çalışmak zorunda olan işçiler. Ve her an iş cinayetinde yaşamlarını yitirebilirler. Çünkü iş güvenliği önlemlerini maliyet olarak gören patronlar için onların canlarının hiçbir önemi yok. Patronların tek derdi, yükselen inşaatlardan elde ettikleri kârlar. İşte bu zalim düzen, biz işçilere sefalet koşullarında yaşamayı ve hatta ölmeyi reva görüyor. Bu ölüm bazen üzerine benzin döküp kendini yakmak da olabiliyor. Kendini yakan adam bir inşaat işçisiydi. Kendini yakmadan önce ise hepimizin hayatını özetler biçimde şöyle haykırmıştı: “Geçinemiyorum!” Aslında bu mesele sadece geçim meselesi değil ve sizinle birkaç şeyi daha paylaşmak istiyorum.
Küçük Muharrem'i hepiniz bilirsiniz.[**] [3] Van’ın Gürpınar ilçesinden bir buçuk yaşındaki bir çocuk. Zatürre olmuş fakat yolların kardan kapalı olması nedeniyle zamanında hastaneye götürülememiş, hayatını kaybetmişti. Babası sırtındaki çuvalın içinde oğlunun cansız bedenini taşımıştı. Konya’da ise 40 günlük Ayaz bebek soğuktan donarak ölmüştü. Ülkenin her yerinden bunlara benzer yüzlerce manzara var. Dünyanın diğer yerlerinde de durum farklı değil. Her gün dünyanın her tarafından ölüm haberleri geliyor. Kimisi bir parça ekmek, bir damla su bulamadığından kimisi evsiz barksız olduğundan sokakta donarak ölüyor. Egemenlerin kendi çıkarları için başlattıkları haksız savaşlarda ölenler de var bu savaşlardan dolayı göç etmek zorunda olup, göç yollarında hayatını kaybedenler de. Madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda ve daha sayamadığım pek çok yerde ölenler de var. Ve her bir ölümün ardında acı dolu yaşam öyküleri var. İşte bütün bu ölümlerin bir tek nedeni var: Bir avuç asalağın bitmeyen kâr hırsı. Yani kapitalizm.
Biz işçiler ne çok çalışıyoruz ve ne çok ölüyoruz. Üstelik bambaşka bir dünyada yaşamak mümkünken. Tüm bu ölümler bir film şeridi gibi aklımdan geçiyor. Sonra Meclisin önünde kendini yakan inşaat işçisini düşünüyorum. Evet, kapitalizm yaşadıkça biz işçiler ölmeye, kendimizi yakmaya ve sefalet içinde yaşamaya devam edeceğiz. Çünkü açlığın, işsizliğin, geçim sıkıntısının ve daha pek çok sorunun kaynağı bu zulüm düzenidir. Tüm bu sorunlardan kurtulmanın yolu kendimizi yakmak değildir. Biz bunca acıya, sömürüye rağmen yaşama sımsıkı sarılıp kapitalizmi yıkmak için mücadele etmeliyiz. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biz işçilerin, kazanacağı sınıfsız, sömürüsüz yepyeni bir dünya var.