
Geçtiğimiz günlerde bir İşçi Dayanışması okurumuz, gönderdiği mektubunda işyerinde gerçekleşen bir sohbeti paylaşıyordu. Sohbet sırasında kimi işçiler “ülke lideri güçlü olmalı, dünyaya posta koymasını bilmeli” diyorlar. Okurumuz da haklı olarak arkadaşlarına soruyor: “Ne güzel, ülke liderinin nasıl olması gerektiği hakkında fikrimiz var. Peki, işçi dediğin nasıl olmalı?” Bu soruyla karşılaşan işçiler şaşırıyorlar. Öyle ya işçi dediğin sıradan bir insandır, ülkeyi falan da yönetmiyordur. İşçi işçidir işte, ekmeğinin peşindedir; çalışır ve ailesini geçindirir. İşçilerin çoğu bu şekilde düşünür. Dolayısıyla işçilerin “işçi nasıl olmalı?” sorusu karşısında şaşırıyor olmaları normaldir.
Peki, işçi nasıl olmalı, nasıl düşünmeli ve nasıl hareket etmeli? İster farkında olsun isterse olmasın, her işçi devasa emek ordusunun bir parçasıdır. Bugünkü dünyada insanların tüm ihtiyaçlarını işçiler üretiyor. İşçilerin emeği olmadan tüneller açılamaz, gökdelenler yükselemez, pamuk kumaşa ve elbiseye dönüşemez. Ama tüm üretimi işçiler birlikte yapıyorlar. Bir fabrikada çalışan işçiler birbirlerini sevsinler ya da sevmesinler, aynı siyasal görüşü paylaşsınlar ya da paylaşmasınlar; üretimi yapabilmek için aynı çarkın dişlileri gibi hareket etmek zorundalar. Aslında bu durum, sadece bir fabrika ve ülkede değil tüm dünyada geçerlidir. Meselâ herhangi bir otomobilin bazı parçaları Kore’de, bazı parçaları Türkiye’de üretilirken, tüm parçaların toplanıp otomobil haline getirilme işi başka bir ülkede yapılıyor. O otomobilin üretilmesi için gerekli madenler, plastik, deri, boya, cam ve kumaşlar onlarca farklı ülkeden elde ediliyor. Yani üretim ve emek süreci sayesinde Koreli, Türkiyeli ve diğer ülkelerin işçileri birleşmiş oluyorlar.
Emek ordusunun bir parçası olan işçiler, uluslararası bir sınıf oluştururlar. Türk ya da Fransız, Müslüman ya da Hıristiyan olmaları bu gerçeği değiştirmez. İşçiler üreten bir sınıftır ve çıkarları ortaktır. İşçiler birleşmedikleri ve bir sınıf olarak hareket etmedikleri müddetçe hiçbir hak elde edemezler. Örneğin, geçtiğimiz ay metal işkolundaki iş sözleşmesi işçilerin kazanımıyla sonuçlandı. Metal işçileri, metal patronlarına karşı günlerce eylem yaptılar. Demek ki ortada iki ayrı sınıf ve farklı sınıf çıkarları var. Burada kilit kavram, sınıf ve sınıf çıkarlarıdır. Meselâ teknoloji sayesinde, ücretleri düşürmeden iş saatlerini düşürmek mümkündür. Böyle bir şey toplumun çıkarına olur, çünkü toplumun çoğunluğunu işçi sınıfı oluşturuyor. Ama patronlar buna yanaşmadıkları gibi, iş saatlerini daha da uzatıyorlar. O halde, bu iki sınıfın çıkarları ortak değil. Bu durumda, düzen siyasetçilerinin ağızlarından düşürmedikleri “ülke ve toplum çıkarları” iki ayrı sınıf için nasıl ortak olabilir?
Bir olayın anlaşılıp kavranması için çoğu zaman ona dışarıdan bir gözle bakmak gerekir. Bu nedenle biz, örneği Türkiye’den değil ABD’den vereceğiz. Geçtiğimiz günlerde ABD Başkanı Trump, ülkeye giren çelik ve alüminyuma gümrük vergisi getiren yasayı imzaladı. Bunu yaparken bir tören düzenledi, çelik işçilerini de yanına alarak bol bol “ülke ve toplum çıkarları” hakkında nutuk attı. Trump, “ilk önce Amerika” sloganını kullanıyor, “ülkemizi ve işçilerimizi korumak zorundayız” diyor. Sınıfını ve sınıf çıkarlarını unutan her Amerikalı işçinin Trump’a inanması kaçınılmazdır. Peki, bir patron ve bir milyarder olan Trump, gerçekten işçileri düşünür mü? Trump, dış ülkelerden Amerika’ya giren çeliğe gümrük vergisi koyarak, içeride üretimi arttıracağını ve böylece daha fazla işçinin iş bulabileceğini söylüyor.
Gerçekte ise Trump’ın asıl amacı patronlar sınıfını korumaktır. Rekabet gücü artan patronlar kârlarını daha fazla büyütebilecekler. İşçiler ise her zamanki gibi uzun saatler çalışmaya ve sömürülmeye devam edecekler. Kapitalist sömürü düzeninde patronların tüm derdi sermayelerini büyütmektir. Tam da bu yüzden Amerikalı şirketler, işçilik maliyetlerinin sudan ucuz olduğu Çin’e koştular. Dün Amerikan sermayesinin çıkarları tüm gümrük duvarlarının kaldırılmasından yanaydı, bugün yükseltilmesi patronlar için daha kârlı olabilir. Patronların çıkarı neyi gerektiriyorsa, Amerikan hükümeti onu yapıyor. Bu durum dünyada da Türkiye’de de böyledir.
İktidara gelir gelmez işçileri kapsayan genel sağlık sigortasını kaldıran Trump, bunu “ilk önce Amerika” diyerek yapmıştı. Egemenler, yalan söylemekte ve gerçekleri baş aşağı çevirmekte son derece ustadırlar. Afganistan ve Irak’ı işgal eden ABD’nin egemenleri, yüz binlerce insanın ölmesiyle sonuçlanan savaşı “ülke çıkarları” adına savunmadılar mı? Bugün Ortadoğu ve Suriye cehenneme dönmüş durumda. Petrol ve enerji yataklarına el koymak isteyen devletler, korkunç bir savaş yürütüyorlar. Ama tüm devletler, yüz binlerce insanın öldüğü, kentlerin yakılıp yıkıldığı, milyonların mülteci haline geldiği bu korkunç savaşı meşru göstermek için yalan söylüyorlar. “Terörizme karşı mücadele” diyorlar, “ülke çıkarları”ndan söz ediyorlar. Her devlet, kontrolü altına aldığı medyayı kullanarak, kirli bir savaş propagandası yürütüyor. İşçi ve emekçileri savaşın gerekli olduğuna ikna etmek istiyorlar. Medya emekçilerin bilincini felç ediyor, gerçekleri karartıyor. ABD Irak’ı yerle bir ederken Amerikan medyasının bunu Irak halkının özgürleştirilmesi olarak sunması ya da Hitler’in orduları Çekoslovakya’yı işgal ederken Alman medyasının Çek halkının Alman askerlerini çiçeklerle karşıladığını söylemesi, medyanın işlevinin dünden bugüne değişmediğini gözler önüne seriyor.
Her şey “ülke çıkarları” için diyenlere sormak zorundayız: Acaba ülkenin hangi sınıfı için? Bir iş yapılırken ne adına yapıldığına, ne dendiğine değil hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğine bakmalıyız. Bunun için de soru sormalı, sorgulamalıyız. Böylece “bir işçi nasıl olmalı?” sorusunu da cevaplamış oluyoruz. Her işçi, sorgulayan ve sınıf bilincine sahip bir işçi olmalıdır. Sınıf bilincine sahip bir işçi, kendisinin her şeyi alın teriyle üreten işçi sınıfının üyesi olduğunu bilir; patronlar sınıfı ile işçi sınıfının çıkarlarının farklı olduğunu kavrar; hükümetin ve medyanın yalanlarına kanmaz; kendilerini kurtarıcı olarak sunan düzen siyasetçilerinin peşinden gitmez; milliyetçiliğe kapılarak diğer milletlerden işçileri düşmanı olarak görmez ve onların canına kıyan savaşları desteklemez! İşçiler “dünyaya posta koyan liderler” aramak yerine, kendi güçlerinin farkına varmak, sınıf bilinçli işçiler haline gelmek ve örgütlenmek zorundadırlar. İşte o zaman işçi sınıfını ücretli köle konumuna, işsizliğe ve yoksulluğa iten sermaye düzenine gerçekten de postayı koyacaklardır.