
Çalıştığımız fabrikaların, işyerlerinin yıllar içinde nasıl büyüdüğünü, ne denli büyük kârlar elde ettiğini görüyoruz. Bizim çalışmamız sayesindedir bu büyüme. Ancak ücretlerimizin yükselmesini, çalışma koşullarımızın düzelmesini, izinlerimizin, sosyal haklarımızın artmasını istediğimizde hep aynı olumsuz muameleyle karşılaşırız. İşçi hakkını isterken tek başınaysa patron zaten onu ciddiye bile almaz ya da işten atar. İşçiler hakları için birlikte hareket etmeye başladıklarında ise patronlar önce bahanelere başvurur: “Arkadaşlar biz bir aileyiz, çalışıp kazandıracaksınız ki kazanasınız”, “aynı gemideyiz, sabredin, bakarız”, “dişinizi sıkın siparişleri yetiştirin, zammı alın”, “o kadar zam yaparsak rekabet edemeyiz, batarız, işsiz kalırsınız, ekmeğinizden olursunuz”…
İşçiler bu yalanlara inanırlarsa geçim derdi büyür, çalışma koşulları daha da ağırlaşır. Ancak bu sorunlara karşı el ele verip bir şeyler yapmaya karar verdikleri zaman iş değişir. Haklarını almak için birleşip iş durdurduklarında, yani greve çıktıklarında patronların kasalarına akan kârlar birden kesilir. İşçinin birlik olabilmekten ve üretimden gelen gücüdür bu! Üretim yoksa kâr da yoktur. Bu durum işçilerin patronlarla pazarlık edebilmesinin yolunu açar, işçilerin hakkını arayabilmesini sağlar. Grev işçileri güçlendirirken patronları öfkelendirir, paniğe sevk eder.
Sermaye sahipleri isterler ki işçiler grev kartını asla öne sürmesin, köle gibi çalışmaya devam etsinler. Bu nedenle grevleri engellemek, bitirmek, karalamak için ellerinden geleni yaparlar. İşçileri grevin tehlikeli, yasadışı olduğuna ikna etmeye çalışırlar. Grevi kargaşa, karmaşa olarak gösterirler. Grev olan yere polisi çağırırlar. Gazetelere grevi kötüleyen manşetler attırırlar. İşçileri başka işçilerden yalıtmaya çalışırlar, greve destek vermek isteyen diğer işçileri terörist ilan ederler.
Bu yalanların birlik olmayan, sınıf bilinci taşımayan işçiler üzerindeki etkisi hiç de az değildir. Nitekim Flormar işçileri, İşçi Dayanışması’na verdikleri röportajda bu gerçeği ifade ediyorlar. Direnişe çıkmadan önce, greve çıkmayı veya hak aramak için eylem yapmayı “devlete karşı kalkışma” olarak algıladıklarını söylüyorlar. Flormar yönetiminin haksızlıklarına karşı mücadele etmeye başladıklarında ise “grev”, “direniş” gibi sözcüklerin yarattığı olumsuz çağrışımın silindiğini, mücadele ve dayanışmanın çok güzel ve anlamlı olduğunu dile getiriyorlar. Anayasada var olan haklarını kullandıkları için işten atıldıklarını, direnişlerine yönelik saldırılar gerçekleştiğini ama devletin ve hükümetin bu haksızlığa karşı bir şey yapmadığını, işçilere destek vermediğini görüp şaşırdıklarını anlatıyorlar.
Oysa grev ve direnişlerin “kargaşa”, “huzursuzluk” ve hatta “terör” olarak gösterilmesinin baş sorumlusu sermaye sınıfının bir parçası ve temsilcisi olan hükümetlerdir. Seçimlerden hemen önce patron örgütlerinin toplantılarında defalarca grevleri yasakladıklarını, artık ülkede “grev tehdidi” olmadığını, huzur olduğunu ballandıra ballandıra anlatan iktidarın başı değil miydi? Sendikalara ve işçilere “iş dünyamızı sarsamazsınız” diyen kimdi? Tüm iktidarı elinde toplayanlar, oy ve destek istedikleri işçilere bu sözleri hiç çekinmeden söyleyebiliyor, çünkü işçilerin ait oldukları sınıfın kimliğiyle düşünüp hareket etmediğini biliyorlar. Sınıf kimliğiyle hareket eden bir işçi, grevin kendisinin demokratik hakkı olduğunu bilir ve yalanlara kanmaz. Ancak 12 Eylül askeri darbesinden sonra işçiler korkutuldu ve mücadeleci işçi sendikaları kapatıldı. Grev, işçilere hak arama aracı olarak değil, “kargaşa” ve “suç” olarak belletildi.
Birlik olamayan, grev aracını kullanamayan, kullanmak istediği zaman yasaklarla karşılaşan işçi sınıfının hakları günden güne geriliyor. Sermaye sınıfı büyüme rekorları açıklarken, işçiler aşırı çalışma ve düşük ücret başta olmak üzere bin bir türlü sorunla boğuşuyor. Grevler “milli güvenliği bozmak” gibi gerekçelerle yasaklandıkça sermayenin “güvenliği” korunuyor, işçiler yoksulluğun ve iş kazalarının pençesine düşüyor.
Kardeşler, bu ülkede işçilerin haklarının en geniş, yaşam ve çalışma koşullarının en iyi durumda olduğu yıllar, işçilerin sermaye sınıfını örgütlü güçleriyle, grevlerle sarstıkları yıllardı. Şunu unutmayalım; hangi partiye, hangi lidere oy vermiş olursak olalım biz işçiyiz, sermaye sınıfının değil işçi sınıfının parçasıyız. Nasıl yaşadığımızı memleketimizden, inancımızdan, dilimizden önce bu gerçek belirliyor. Sınıfımız bir, kaderimiz bir! Biz birlikte üretiyoruz, birlikte olduğumuzda güçlüyüz.