
İşçiler, emekçiler, kardeşler!
Türkiye ekonomisi büyük bir çöküşle karşı karşıya. Henüz tam bir çöküş gerçekleşmiş ve kriz tüm yıkıcılığıyla ortaya çıkmış değil. Ama ekonominin içine girdiği dar boğazın bedelini bize ödetmeye başladılar bile! Gelecek aylarda önümüze daha büyük bir fatura koyacaklar. Oysa bu krizi biz yaratmadık. Öyleyse krizin faturasını neden biz ödeyelim?
Kardeşler, siyasi iktidar ve sermaye sahipleri acı ilacı bize içirmek için tam bir körleştirme operasyonu yürütüyor. “Aslında ekonomik kriz yok, ülkemize karşı ekonomik savaş açıldı, dış mihraklar büyümemizi istemiyorlar” deniyor. Milli duygularımız kabartılarak, tam bir duygusal iklim eşliğinde gerçeklerin üzeri örtülmek isteniyor. “Onların doları varsa bizim de Allahımız var” diyorlar. En hassas yönümüzü kullanıyorlar. Hislerimizle davranmamızı, körü körüne peşlerine takılmamızı, acı ilacı kutsal şerbet gibi içmemizi istiyorlar.
Hakikate giden yol daima sarp ve engebeli olmuştur. Ama zor olsa da hakikati açıklamak; işçilerin birlik ve dayanışmasını, sınıf kardeşliğini sağlamak bizim görevimizdir. Öyleyse gerçekleri tek tek açıklayarak ilerleyelim: Bu kriz, “döviz krizi” değildir. Bu kriz, “rahip krizi” değildir. Yani Türkiye ABD’nin istediği rahibi geri vermediği için, Trump iki tweet attığı için, Türkiye’den ihraç edilen kimi ürünlere ek gümrük vergisi getirdiği için kriz patlamadı. Ekonomik kriz zaten başlamıştı, mevcut rejimin varlığı ve politikaları onu daha da azdırdı. Kriz aylardır “geliyorum” diyordu. Zaten 2019 seçimleri bu yüzden 24 Haziran’a alınmadı mı?
Kardeşler!
Bu kriz bir kapitalist krizdir. Sermayenin açgözlülüğünün yol açtığı bir krizdir. Kapitalist sömürü düzeninde üretimin temel amacı insanların refahı ve mutluluğu değildir. Asıl amaç kâr elde etmektir. İnsanların alım gücünün sınırları ve pazarın kapasitesi hesaba katılmaz. Her kapitalist daha fazla yatırım yapmak, daha fazla üretmek, işçileri daha fazla sömürmek ve daha fazla kâr elde etmek ister. Türkiye’deki kapitalistler de daha fazla yatırım yapmak ve kâr elde etmek için dışarıdaki bankalardan büyük krediler aldılar. AKP hükümeti, önüne arkasına bakmadan bu kredilere devlet güvencesi verdi, kefil oldu. ABD ve Avrupa ülkelerinden alınan borçlarla inşaat şirketleri haddinden fazla konut ve gökdelen yaptılar. Hükümet, köprü ve havaalanı gibi büyük inşaat projelerini bu kredilerle finanse etti. Türkiye’deki bankalar, dışarıdaki bankalardan düşük faizle aldıkları kredileri içeride herkese rahatça dağıttılar. Böylece ev, araba ve ihtiyaç kredisi alanların sayısı hızla arttı.
Ekonomi büyüyor, bankalar kredi dağıtıyor, evler ve arabalar satılıyor, tüketim artıyor ve patronların kârı katlanıyordu. AKP hükümeti ise ekonomiyi büyüttüğünü, Türkiye’nin güçlendiğini, herkesin bizi kıskandığını söyleyerek gurur duymamızı ve onu desteklememizi istiyordu. “Güçlü Türkiye” diyordu. Türkiye’nin şaha kalktığını, Osmanlı gibi cihan devleti olacağımızı söylüyordu. Oysa “Güçlü Türkiye”de tek büyüyen, kârını artıran sermaye sınıfı oldu. Bizim payımıza ise düşük ücret, ağır çalışma koşulları, fazla mesailer, iş kazaları ve iş cinayetleri düştü. Bu arada dışarıdaki bankalardan alınan krediler katlandı ve Türkiye’nin dış borcu 450 milyar doları aştı. Yani sermaye sınıfının kâr hırsı, dış borcun şişmesine ve çevrilemez bir noktaya gelmesine neden oldu. Kriz çanları çalmaya başlamıştı.
Bu süreçte Türkiye’ye gelen, borsaya giren, devlet tahvili alan yabancı sermaye de daha az gelmeye başladı. “Sıcak para” denen sermayenin gelmemesi ve hatta çıkıp gitmesinin çeşitli nedenleri var. Ama kurulan yeni rejim ve onun Türkiye’yi tüm ülkelerle kavgalı hale getiren dış siyaseti, sermayenin kaçışında etkili olmuştur. Tüm sorunların anında çözüleceği ve istikrar sağlanacağı iddiasıyla demokratik hak ve özgürlükler ortadan kaldırılmış, her alanda iktidar ipleri tek elde toplanmıştır. Böylece Türkiye bir aile şirketi gibi yönetilmeye başlanmıştır. Bu rejimin iç ve dış siyaseti ekonomiyi daha da kırılgan hale getirmiş, yabancı sermayenin güven bunalımı artmıştır. Neticede Türkiye, eskisi gibi düşük faizle kredi alamadığı gibi, istediği koşulları bulamayan yabancı sermayenin kaçışı da hızlanmıştır. Tüm bu gelişmelerin sonucunda, dolar karşısında lira sürekli olarak değer kaybetmiştir. Trump’ın açıklamaları, kırılgan ekonomik yapı nedeniyle doların sıçramalı yükselişine ve krizin gözle görülür hale gelmesine neden olmuştur.
Kardeşler!
Kapitalist açgözlülüğün, kapitalist kâr düzeninin yol açtığı krizi gözlerden ırak tutmak istiyorlar. Mevcut rejimin bu krizi azdırıp büyüttüğünü görmeyelim istiyorlar. Üretimin ve ticaretin dolara bağlı olduğu bir dünyada, “dolardan size ne, ister dolar ister dolmaz” diyerek aklımızla alay ediyorlar. Bu da geçer, sabredin diyorlar. Ama bu arada iğneden ipliğe her şeye yüksek oranda zam yapılıyor. Gerçek enflasyon daha şimdiden yüzde 30’a dayanmış bulunuyor. Bunun anlamı; ücretlerimizin hızla eridiği, alım gücümüzün hızla düştüğüdür. “Dolardan size ne” diyenlere sesleniyoruz: Lüks yaşamınıza biraz ara verin ve en ucuz bir markete girerek temel gıda maddelerinin fiyatlarını bir inceleyin!
Hesap kitap yapmadan 450 milyar dolarlık krediyi biz almadık. Ekonomi büyürken devasa kârları biz cebimize indirmedik. Mevcut rejimin krizi azdıran politikalarını biz belirlemedik. Yani bu krizi biz yaratmadık. Fakat patron örgütlerini temsil eden TOBB’un üst düzey yetkilisi, “şirketlerin borcu, 81 milyon Türkiye vatandaşının borcu haline geldi” diyebiliyor. Saldırı altındayız, aynı gemideyiz diyerek hedef şaşırtıyor ve krizin faturasını önümüze koyuyorlar. Nitekim daha şimdiden birçok işyerinde sosyal hak kesintileri, ücretsiz izinler ve kimi işyerlerinde ise işten atmalar başlamıştır.
Kardeşler, asıl saldırı altında olan biziz! Asıl saldırı altında olan işçi sınıfıdır! Eğer gerçeklerin farkına varmazsak, eğer oynanan oyunları görmezsek, eğer yanlış yola girersek, milli duygularımız okşanacak ama bu krizin tüm bedeli bize ödetilecek! Hangi partiye oy vermiş olursak olalım biz işçi sınıfıyız. Bu yüzden bir an önce ayılmalı, gerçekleri görmeli ve aramızdaki her türlü kısır tartışmayı bir kenara koyarak haklarımız için ortak mücadeleye girişmeliyiz. “Krizin bedelini biz değil patronlar sınıfı ödesin” diyerek birleşmek, yan yana gelmek ve dayanışma içinde olmak zorundayız!