
Resmi verilere göre her gün ortalama 5 işçi çalışırken canından oluyor. Çok daha fazlasıysa sakat kalıyor. AKP’li yıllarda patronlar ve hükümet, “iş kazalarını” işçilerin ve ailelerinin gözünde normalleştirdi, kanıksattı. Hatta öyle bir hale getirdi ki, TV kanallarının birkaç saniyeliğine gösterdiği işçi ölümlerine insanlar dikkat bile etmez oldular. Peki, ne zamana kadar? Kendisine, ailesine kara haber ulaşana dek… Peki, ya sonrasında ne olur, neler yaşanır? İşte bundan sonra işçi canından olmuşsa ailesi, sakat kalmışsa hem kendisi, hem ailesi ömürleri boyunca acı, açlık, yoksulluk çekerler. Üstelik bu durumu yaşayan işçiler ve aileleri az değil, üç-beş, beş-on insan değil. Sayıları binleri, on binleri çoktan geçmiş, geçiyor, her gün yenileri ekleniyor. Bugün bu korkunçluğu işçilere yaşatan kâr için insan canını hiçe sayan sömürücü düzenden başkası değil. İşçiler bu sömürücü düzen karşısında birlik değillerse canını bile koruyamaz bir haldedir. Yani bir gün bir iş cinayetinde canından olmamak, sakat kalmamak için bile birlik olmaya, diğer işçilerle dayanışma içinde olmaya ihtiyaç var. Yani işçiler için örgütlü olmak gerekli ve zorunlu.
İşte bu iş kazalarından biri de bir hafta önce kuzenimin başına geldi. Kuzenimin ziyaretine gittim. Boynunda boyunluk var. Yaşı henüz 34. Ama sanki bir haftada 30 yaş birden yaşlanmış gibiydi. 5 yaşında bir kızları var. Yeni doğan çocuklarıysa 40 günlük daha. Hastane dosyasına baktığımda iş kazası ibaresinin olmadığını, “hastalık” yazılmış olduğunu gördüm. “İş kazası raporu tutulmamış. Hastaneden iş kazası tutanağı almanız gerekir” dedim. Boynundaki boyunluk ve geçirdiği iç kanama nedeniyle zor konuşan kuzenim, “işyerinde değil, trafik kazası geçirdik” dedi. Hayatının geriye kalanında, eskisi gibi olamayacağını, belki de çalışamaz duruma gelebileceğini ayrıntılı olarak anlatmaya çalıştım. Kardeşini gönderdik, iş kazası tutanağını uzun uğraşlardan sonra alabildi.
Bu kazanın nasıl olduğuna gelince, kuzenim kaynakçı olarak çalışıyor. Patron üç işçiyi tamire gönderdiği makineyi almaya gönderiyor. İşçilerden birinin arabasıyla gitmelerini söylüyor. Üç işçi öğle vakti yemeklerini yiyemeden yola çıkıyorlar. Şimdi bu kazanın nasıl “geliyorum” dediğini zor konuşan kuzenimin kendi ağzından dinleyelim:
“Yemek saatimize 10 dakika kalmıştı. Patron tamire verdiği makineyi almamız için üçümüzün gidip alıp gelmemizi söyledi. ‘Yemeğimizi yiyip öyle gidelim’ dedik. ‘İşler acil. Yemeğinizi gelince yersiniz’ dedi. Arkadaşın arabasıyla yola çıktık. Üçümüz de çok acıkmıştık. Ben zaten yemeği zamanında yemezsem başım dönüyor. Ben arkadaşlara şurada bir yerde durup yiyecek bir şeyler alalım dedim. Arabayı kullanan arkadaş, ‘benim açlıktan gözüm kararıyor ama geç kalırsak patron kızar’ dedi. Vazgeçtik. Nasıl olduğunu hâlâ hatırlamıyorum. Bir baktım şoför camdan uçtu. Benim göğsüm ve karnım direksiyona yapışmış. Kaburgalarım ciğerime batmış. Böbreklerim ezilmiş. Dalağım patlamış. Boynumda birden çok kırık varmış. Boynuma platin konacakmış. İç kanama geçirmişim. Nefes almakta zorlanıyorum. Boyunluğu çıkartmam yasak. Ameliyatı ne zaman yapacakları belli değil. Sadece yüzüstü yatabiliyorum. Uyandığımda çok yorulduğumu hissediyorum.”
Üzgün ve ihtiyar biri gibi zor nefes alıyordu anlatırken. Yan odadan 40 günlük bebenin ağlama sesi geldiğinde, dönüp bakamadı. Ama üzüntüsünün bir kat daha arttığını fark ettim. Şimdi varın siz düşünün, iş kazaları ve cinayetleri biz işçileri ilgilendiriyor mu ilgilendirmiyor mu?