
Krizin varlığı su götürmez bir gerçek. Kimse ne inkâr ediyor ne de arada derede kalıyor mevzu kriz olunca. Bir zamanlar üretimin yoğunluğundan iki kelime konuşamazken şimdilerde bol bol zamanımız oluyor. Tabi krizin acı reçetesi kime kesiliyor, malumunuzdur. Muhabbetimiz bir dal sigara ile başladı. İki çocuğu olan bir abla “normalde çocukların kumbarasına para atar, harçlıkları yetmeyince ya da bir şey lazım olursa kullanmalarını söylerdim. Şimdilerde hem çocukların harçlığını kestim, hem de lanet olsun şu zıkkımı almak için kumbaraya attığım paraları geri alıyorum” dedi. Başka bir kadın arkadaş “geldiğimiz hale bak. Dün beş liraya aldığımız şeyi şimdi on beş liraya alıyoruz hem de neymiş, indirimli!” Başka bir kadın arkadaş faturalardan, bir diğeri pazardan, bir diğeri ise eşinin dükkânı kapatıp iş aramaya başladığından bahsetti. Yani krizin girmediği çatı kalmadı. Bir arkadaş da sohbeti bölerek “hepimiz krizin bizi ne hale getirdiğini anlatıyoruz da bu kriz nereden çıktı böyle biz mi çıkardık krizi?” diye sordu. İlk cevap “tepemizdekilerin yüzünden elbette” oldu. Hep birlikte hak verdik ona, ama tek başına bu olamazdı. Çünkü sohbetimizin içinde gençliğini Almanya’da geçirmiş, ailesi hâlâ orada olan ve aynı ekonomik sorunlarla cebelleştiğinden bahseden bir abla vardı. Şöyle söylemişti;
“Hep yurt dışında işçilerin çok iyi şartlarda çalıştığını, ücretlerinin çok yüksek olduğunu anlatırlar ama aslında hiç de öyle değil. Yirmi beş yaşıma kadar Almanya’da yaşadım, o zamanlara kadar çok kötü değildi. O sıralar para birimi marktı, bizim bir günlük yevmiyemiz de 10 marktı, iyi paraydı yani. O zamanlar Polonya’dan göçmen işçiler geldi çalışmaya. Patronlar göçmen işçileri bizim yarı yevmiyemize çalıştırıp, bizim ücretlerimizi de aşağı çekti. Beğenmeyenleri işten atıp yerine daha ucuza çalışan işçileri aldı. Biz yeni göçmenlere kızdık ucuza çalışıyorlar diye, göçmenler de biz onlara düşmanlık ediyoruz diye bize kızdı. Biz yan yana gelemedik, kaybettik, patronlar da bizim sayemizde daha çok kazandı. Şimdilerde annem babamla konuşuyorum durumlar nasıl diye, karnımızı zor doyuruyoruz diyorlar.”
Ben de soruyu ona yöneltip “iyi de sen anlattın oranın halini, orayı da bizim başkan yönetmiyor ki?” dedim. Kafalar biraz karışıp da tekrar normale dönünce normalde bir günde kaç tane klima parçası ürettiğimiz üzerine konuşmaya başladık. Herkes eski üretim adetlerini hatırlayıp söyledi. Bir abla “sahi, ürettiğimiz bunca malzeme ne oluyor?” deyince “harbiden ne oluyor” bakışları dolaştı gözlerde. Hiç birimizin evinde klima yok, çoğu işçinin de yoktur. Ama her gün binlerce klima parçası üretiyoruz. Bir araba alacak kadar paramız yok, faizli banka kredileriyle araba almaya çalışıyoruz. Son modelini üretip, en düşük modelinin ikinci elini ancak alabiliyoruz. Peki, bizim alamadıklarımız ne oluyor? Şimdilerde meselâ yüz binlerce konut bekliyor. Üretiyorlar ama satamıyorlar. Bize de alacak yeterli ücret vermiyorlar. Besbelli ki patronlar daha fazla kâr elde etmek için insanların alım gücünün sınırlarına bakmıyorlar. Ve böylece nur topu gibi “kriz” doğuyor kucağımıza. Kâr ederken bizi kârlarına ortak etmeyen patronlar, kârlarından ödün vermemek için krizin bedelini bize ödetmek istiyorlar. Bunu kabul etmemeliyiz.