Yer: Her ayın beşinde işsiz işçilerin en gözde uğrak mekânı olan Gebze Merkez Postanesi.
Zaman: Mesai saatleri içerisine yayılmış, veznede çalışana zulüm, sırada bekleyene ölüm, zaman dilimi içinde herhangi bir sonlu-sonsuz zaman…
Olay: Bin bir türlü hileyle işten çıkarılmış işçinin, onca engeli hayret verici şekilde geçerek hak etmiş olduğu, kuş kadar bile olmayan bir maaşçık için saatlerce beklerken başından geçenler.
Dışarıda hava oldukça soğuk ve yağmurlu. Postane içinde oksijen tükendi tükenecek. Başta veznedeki çalışanlar olmak üzere, güvenlik görevlisi arkadaş ve ikide bir etrafı kontrol eden müdür yardımcısı, herkes gergin, suratlar asık… Numaratörde birbiri ardına yanıp sönen rakamlar topluluğu. Şimdi bir tane daha yanıyor ve 4694…
Bir ses duyuyorum ve kafamı çevirdiğimde kırklı yaşlarda, uzun boylu, yorgunluktan gözaltlarındaki torbaları uzaktan bile belli olan bir kadın işçi. “Daha çok var, benim sıra numaram 6842” diyor. Ve omuzları biraz daha çöküyor. Sanki boyu olduğundan daha kısalmış gibi geliyor bir an için bana. Sonra devam ediyor yanındakiyle konuşmaya. “Sanki sıra gelse ne olacak? 17 yıldır durmadan çalışıyorum. Bana reva görülen işsizlik ödeneği asgari ücret kadar bile değil. Patron sattı savdı malını mülkünü, gitti kriz var diye. Bize de dalga geçer gibi ‘işsizlik ödeneğinden yararlanmanız için elimden geleni yapacağım’ dedi. Benim hakkımı patronun ricasıyla veriyorlarmış meğer çok zoruma gitti. Tazminatımızı da taksit taksit alacağız, patronun yokmuş parası. Sanki bizim var da. Bunca yıl sabrettim, hiç isyan etmedim. Şimdi bakıyorum da çok yanlış yapmışım çooook” derken başka bir sese dönüyoruz hepimiz birden.
Veznedeki kadın memur “amca sana işsizlik ödeneği çıkmamış. Kaç defa daha söyleyeceğim? İŞKUR’a git, oradan baksınlar. Bendeki listede senin adına herhangi bir kayıt yook!” Bahsi geçen amca veznedeki memura dönüp “nasıl olur? Ben hak ettim işsizlik ödeneğini, işten çıkardılar beni, şirket küçülüyormuş. Benim bu parayı almam lazım. Kömür alacağım kış geldi.” Herkesin meraklı bakışları arasında ellerini yukarı kaldırıp şöyle devam ediyor amca: “Ey Allah’ım! Evlatlarımın rızkını yiyenlere arka çıkan, mazlumun ahını alanlara oy verdim ben. Sen bağışla beni, benim günahım büyük!” diyerek ayrılıyor oradan ve herkese bir suskunluk çöküyor. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor bir süre.
Numaratörde birbiri ardına numaralar yanmaya devam ediyor. İnsanların yüzleri değişiyor geçen zaman diliminde ve yeni yüzler katılıyor aramıza. Sabah gördüğüm gri montlu genç, az ilerde sıra numarasını bekliyor. Faturalarını yatırıp gelen sarı saçlı abla da tekrar aramızda. Tam arkasında elindeki boş pazar arabasıyla sonrasında öteberi almaya gidecekleri belli olan iki abla daha. Konuşuyorlar aralarında. Ben de kulak misafiri oluyorum haliyle. Ablalardan biri elindeki boş pazar arabasını göstererek şöyle diyor: “Elimde taşıyorum da sanki çok bir şey alacağım. Alt tarafı bir kilo domates, bir kilo elma, yarım kilo soğan, birkaç tane de kızartmalık patates. Beni çıkardılar işten, kocamı da bugün yarın çıkaracaklar, sürekli ücretsiz izne yolluyorlar. Bu işsizlik ödeneği de olmasa perişandık. Ama zaten şurada iki ay daha alacağım sonra yok, bitiyor. Çalışırken çatır çatır kesiyorlar işsiz kalınca da yok şu kadar ay alabilirsin, yok şu şartları sağlaman lazım. Patron kriz diyor işten atıyor, ücretsiz izne çıkartıyor, zam yapmıyor ama hesabını soran yok. Alışmışlar tepemizdekiler, gelen vuruyor giden vuruyor. Ama Fransa’dakilere bak neler yapıyorlar! Şeytan diyor kap çoluk çocuğu, çık dışarı topla herkesi, fırlat şu üç beş patatesi bizi bu hale koyanların suratlarına. Ama ne bileyim insan korkuyor vallaha, vatan haini diyorlar sonra.” Yanındaki abla giriyor lafa: “Her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Bu gidişle hepimiz vatan haini olacağız galiba” diyerek yanındaki ablaya bakıyor ve gülüşüyorlar.
Gözüm kalabalığın arasındaki sırtı hafiften kamburlaşmış, yüzünden çektiği tüm sıkıntılar okunan bir gence takılıyor. Ağır işlerde çalışmaktan yıpranmış parmaklarına bakıyorum. Yüzüğü ile oynuyor, sırasının gelmesini beklerken. Telefonu çalıyor gencin, konuşmaya başlıyor dalgın dalgın: “Evet, işten çıkarıldım. Sadece ben değil tüm bölüm arkadaşlarımı da çıkardılar. Ne yapabilirdik ki? Hasan ağabeyler de uğraştılar ama bir yıldır davaları sürüyor. Yasa kimleri koruyor sen de biliyorsun. Geçen senelerden kalan bir aylık bir işsizlik ödeneği alacağım var, onu almaya geldim. Sonrası ne olur bilmiyorum. İş yok, haftalardır arıyorum. Nereye gitsem kriz var diyorlar. Demeseler de hoş biz zaten biliyoruz. İşçiye zaten hep kriz var. Ya bu patronlara hiç kriz yok mu? Ne zaman başları sıkışsa iki işçiyi koy kapıya bitsin gitsin. Başımızdaki de yok bizi çekemiyorlar, yok hainler var. Ne haini ya! 15 Temmuzda ben de sabahladım meydanda. Bak, ne haldeyim. Hangi patron çıktı dışarı! Bana onları savunma! Ne hastanesi, ne yolu? Param mı var ki hastaneye gideyim! Bence sen de gerçekleri gör, kriz var, borç var ama bizim değil. Babama da söyledim, başımızdakini desteklersen eğer bir daha, senle çok kötü bozuşuruz diye. Din başım gözüm üstüne, vatana da canım feda. Ama bunların yaptıkları başka. Bu kadar korkma, alıp götürürlerse götürsünler! Yakında herkes böyle diyecek, herkesi de hapse atamazlar ya! Sen de atıl işten o zaman görüşürüz, daha iyi anlarsın beni. Dediklerimi de yabana atma, hadi sağlıcakla kal” deyip telefonu kapattı. Genç işçinin söyledikleri, yalnız benim değil yakınımızdaki diğer insanların da ilgisini çekmişti.
Düşündükçe bu kadar işsiz işçi bir aradayız ve hemen hemen aynı sorunları yaşıyoruz. Bize reva görülen tüm bu işsizlik, yoksulluk haksızlık bir yanda, bizden aldıklarıyla zevkusefa sürenler öbür yanda. Bizim olmayan borçları bize ödetmek istiyorlar her zaman yaptıkları gibi. Peki, biz ne yapacağız? Bunu da sineye çekip ödeyecek miyiz krizin faturasını? Ben bunları düşünürken gözüm numaratördeki sayıya takıldı. Durun bir dakika… Tanıdık geldi bu rakamlar bana. 9248, bu benim! Neyse sıramı kaçırmadan gideyim. Nasıl olsa bu pilav daha çok su kaldırır.