
Çocukluğumdan bu yana çalışıyorum. Daha yedi yaşında iken ev ahalisine yemek yapardım. Köylük yerlerde, bağ, bahçe, tarla, eli çapa, tırpan tutan herkes çalışırdı. Çocukluk da beş yaşında bilemedin altı yaşında mutlaka biterdi. Ondan sonra erkeksen inek güder, kız çocuğu isen ev temizliği, yemek yapar; tavuk, civciv ne varsa peşinde gün devrilirdi. Açlığın pek çok çeşidini biliriz. Ekmeksizlik en iyi bildiğimizdir. Belki pek çoğumuz bunu yaşamış ve daha kötüsünün olmadığına inanmışızdır. Elbette açlığın en ağırı ekmeksizlik olsa da bunun da çeşidi var. Kendin ekmeksiz kalsan koymaz insana da, evladın ekmeksiz kaldıysa işte o daha ağırıdır. Babamın işten yorgun argın gelip, bir şeyler yemek umuduyla sofraya oturduğu bir akşam sofraya yemek niyetine konmuş tek lavaş ekmeğin bir lokmasını babama bırakmadan büyük bir açlıkla nasıl yediğimizi ve babamın “ben zaten toktum çocuklar siz yiyin” deyip gözleri nemli sofradan kalkışını hiç unutmadım. Zaman geçti, büyüdük, okullu olduk. Ortaokulda Türkçe kitabında bir hikâye okudum ve işte o hikâye kapitalist düzene karşı benim küçük beynime ilk mücadele tohumunu attı. Çok sonra öğrendim ki zaten kendisi de yoksul bir köy öğretmeni olan Fakir Baykurt’un “ciğer” hikâyesiymiş. Ben hikâyeyi hafızama kazınmış biçimiyle anlatayım.
Ali uzun zamandır işsizdir. Her gün evden iş bulabilme umuduyla çıkar, ama ne yazık ki her akşam eve hayal kırıklığı ile döner. Evde onu heyecanla bekleyen karısı ve çocukları için her yeni gün yeni bir umutsuzluk olur. Bir akşam başına bir iş gelir. O gün yine bütün gün iş arar ama her kapıdan geri çevrilir. Günlerdir evde yiyecek doğru dürüst bir şey yoktur. Çocuklarının umutla bekleyen bakışlarını hatırladıkça ayakları eve gidememektedir Ali’nin. Dalgın dalgın yürürken gözleri yanından geçmekte olduğu kasap dükkânının camında ciğerlere takılır. Hüzünlü, acı dolu bakışları saplanır kalır kasabın camına. O sırada içerde kalantor takımından bir adam vardır ve et almaktadır. Ali’nin camekâna baktığını görür. Onun kederli ve yoksul bakışlarından etkilenir ve içeri çağırarak kasaba ciğer paketlemesini söyler. Parasını verir ve paketlenmiş ciğeri alıp Ali’ye uzatır. “Al, git çocuklarınla yersin” der. Ali şaşırır, tereddüt eder, emin olamaz ama adamın ısrarı karşısında bin bir teşekkür ile alır. O akşam evine sevinç içinde gelir. Eşi, çocukları elinde ciğer paketini görünce iş buldu sanırlar. Ali olanları anlatır. O akşam “dünyada iyi insanlar halen varmış” diyerek sevinçle yemeklerini yerler. Ertesi gün Ali yine iş aramaya çıkar. Bir süre sonra ona ciğer alan adamla karşılaşır. Adam Ali’yi görünce “ooo sen dün ciğer aldığım adamsın. Nasıldı? Ciğer yağlı mıydı?” diye sorar. Ali utanarak “yağlıydı beyim, Allah senden razı olsun” der. Birkaç gün geçer yine karşılaşırlar. Adam “seni tanıyacak oldum ama tanıyamadım. Haa tamam. Sen şu ciğer aldığım adamsın. Nasıldı ciğer, yağlı mıydı?” diye sorar. Ali bozulur “yağlıydı” der. Ayrılırlar. Ali yürürken de “bu adam her gördüğü yerde soracak mı bana ciğerin yağını? Keşke almasaydım!” diye düşünür. Beş altı gün daha geçer ve bir daha karşılaşırlar. Ali başını çevirip, uzaklaşmak ister ancak adamla burun buruna gelirler. Durmak zorunda kalır. Adam “dur hele yahu, ben seni bir yerden tanıyacak gibiyim, haa tamam sen şu ciğer aldığım adamsın. Tamam hatırladım. Eee, nasıldı ciğer? Yağlı mıydı bari?” diye yine sorar. Ali başından aşağı kaynar su dökülmüş gibi olur. “Yer yarılsa da yerin dibine batsam” diye düşünmekteyken bir an kendini kaybeder. Hemen koşarak oradaki kasaba girer. Yalvar yakar, kasaba üstünü başını rehin bırakmayı teklif ederek ciğer alır. Koşarak az ilerde adamı yakalar. “Hemşerim al şu ciğeri de bir daha bana sorup durma ciğer yağlı mıydı diye” diyerek adamın alıp almadığına bakmadan önüne ciğeri bırakıp döner. Kasaba gelir “ustam sözüm olsun, borcumu en kısa zamanda ödeyeceğim” der.
Bu günlerde de hayat kimilerinin etrafından rahatça akıp giderken çalışan, emek veren ve lanetli bir yoksulluk girdabında onuruyla hayatta kalmayı, çocuklarını muhannete muhtaç etmeden yaşamayı becerebilmek için çırpınan anne ve babalar açlıktan daha ağır şeyler yaşıyor. İşten atıldığını söyleyemediği için evinden, her gün işe gider gibi çıkıp, akşam iş bulamadığı için evine dönmekte zorlanan, evdeki küçük çocuğuna mama alacak para bulamadığı için pirinç unu yediren, hamile olduğu için canı bir şey istediğinde marketlerin ücretsiz gıda tanıtım stantlarını gezen kardeşlerimizin sayısı artıyor. Aylardır maaş alamadığı halde başka iş olmadığı için çalışmaya devam eden, alamadığı maaşı muhasebeye sorması yasaklanan genç işçilerimiz işsizlik tehdidi karşısında tutunacak bir dal arıyor. Ve şimdi onlarca yıldır işçi ve emekçileri büyük ve güçlü Türkiye masallarına inandırmaya çalışanlar, 17. büyük ekonomi martavallarıyla milyonlarca işçi ve emekçiyi büyük borç batağına sürükleyenler bize “ciğer yağlı mıydı?” diye soruyor. Peki, ne yapmalı? Evlerin karanlık, suskun kuytusundan çıkmalı, birleşmeli ve dayanışmamızı güçlendirmeliyiz. İşçiler sessizce köşelerinde kalırsa, sömürücüler ve zalimler zulümde sınır tanımaz.