16 yaşında, gençliğe yeni adım atmış bir kızdım. 1993 yılının Haziran ayının son günü hayatımın geride kalanı, 1 dakika içinde değişmişti. Okula gitmek için bindiğim otobüsten indiğimde arkadan gelen vidanjör bana çarpıp altına almıştı. O çarpmanın sonucu bir bacağım kopmuş, diğer bacağımsa paramparça olmuştu. 45 dakika kanlar içinde yol kenarında kalmıştım. Hiçbir araç beni alıp hastaneye götürmemişti. Hem hastaneye götürülmem gecikmiş hem de ilk müdahale yanlış yapılmıştı. Bu yüzden kopan bacağım yerine dikilemedi. Oysa 45 dakika önce hastaneye götürülseydim ve doğru müdahale yapılsaydı bacağımı kaybetmeyecektim. Acaba bir işçi çocuğu değil de patron çocuğu olsaydım 45 dakika kan revan içinde yol kenarında kalır mıydım ve iyi bir hastaneye götürülüp en iyi doktorlar eliyle bacağım yerine dikilmez miydi?
Ama öyle olmadı, vicdana gelip yardım için duran bir arabanın arka koltuğuna karga tulumba koyulmuş, kan revan içinde, bacağımın biri parçalanmış, diğeri kopmuş, kucağımda kırılan kemiği elime tutturulmuş bir halde açtım gözümü. Birkaç şey sordular ev adresi ve ev/iş telefonunu söyledikten sonra tekrar bayıldım. İlk müdahalenin yapıldığı Silivri Devlet Hastanesinde kurtarın beni nidalarımı hatırlıyorum, sonrasında ambulans ile Cerrahpaşa Üniversite Hastanesine nakletmişler ama Cerrahpaşa “yoğun bakımımız dolu, bu kadar ağır vakayı alabilecek durumda değiliz” diye almamış beni. Babam ilk orada bulmuş beni, ambulansta görmüş. Ambulansın kapısını açmış ve beni görünce düşünün o anki acısını… Babam bir işçi emeklisiydi, öyle varlıklı bir aile de değildik ama Cerrahpaşa almayınca acilen hemen en yakın yer olarak özel Aksaray Vatan Hastanesine götürüldüm. Yoğun bakımda geçirdiğim ilk gecenin sabahında makinelere bağlı şekilde açtım gözümü ve sonra neden burada olduğumu anlamak için usulca üzerimdeki çarşafı hafiften kaldırıp kendime baktım ve kapadım. Görmüştüm artık bir bacağım yoktu ve diğer bacağım da komple paketlenmiş şekilde sarılıydı. Yaşadığımın rüya olmadığını idrak edince ısrarla annemi istedim. Hiç unutmuyorum anneme söylediklerimi; “anne biliyor musun ben bir bacağımı kaybettim… Ama hayat çok güzel ve yaşamaya değer, ben yaşayacağım sen üzülme olur mu” demiştim. Kelimelerle anlatılamayacak kadar zor yıllardı. Sonrası 22 ameliyatlık bir yaşam mücadelesi. Ama nihayetinde ben de hayata bir kenarından tutundum. Öncelikle okulumu bitirdim, sonrasında markette kasiyer olarak çalıştım, kurs paramı kazandım, bilgisayar muhasebe kursuna gittim. Sonra annemin inatçı çabasıyla belediyede işçi olarak işe başladım. 20 yıl çalıştıktan sonra emekli oldum.
Ben bir işçi çocuğuyum. Babam emekli maaşıyla evimizi geçindirirdi. Zor bir hayatımız vardı. Kara şaplı sobayla ısınan bir evimiz vardı. Kışın sobalı odada, leğende yıkardı annem bizi. En çok kar yağdığında severdim evimizi. Ablam ve komşu çocuklarıyla birlikte yokuştan aşağıya naylona sıralanıp kayardık. Evet, her zorluğa rağmen mutluyduk, annemle babam bizi toplumun içine katmak için elinden geleni yapardı. Benim ameliyatlarım ve tedavim için imkânları ölçüsünde, ellerinden gelenin fazlasını yapmaya çalıştılar. Zengin çocuğu olsaydım belediye otobüsünde yolculuk etmezdim. Yaşadığım kazayı da yaşamazdım. Benzer bir kazayı yaşasaydım bile, herhalde dünyanın en iyi hastanelerinde tedavi görürdüm. Çalışan ve üreten işçiler ama her şeyin en iyisine sahip olan zenginler.
Evet, ben bir bacağımı kaybettim. Böylesi bir hayatı ben seçmedim. Ama halime ah vah da etmiyorum. İnsan böyle de yaşayabiliyor. Yıllarca her işçi kadar ben de çalıştım. Hayatın tüm zorluklarıyla mücadele ettim. Bir arkadaş vesileyle tanıştığım İşçi Dayanışması’nı okuyorum. Yaşadıklarımı sizler aracılığıyla işçi arkadaşlarla paylaşmak istedim. Emeğinize sağlık, işçilerin sesi olduğunuz için.