
İşyerine nasıl gittik hatırlamıyorum. Kim vardı yanımda, işyerinde ne yaptık, günümüz nasıl geçti her şey muallâktı. İyi hatırladığım, dönüş yolunda servis kaldırıyorlardı, işe giderken ana yoldan saptığımız dönemeçte toplanmıştı insanlar. İşyerinden bir kilometre uzaklıkta olan bu yere nasıl geldiğimizi mi soracaksınız? Dedim ya hatırlamıyorum diye... Kulübeyi andırır bir ev yapmışlardı, eski görüntüsü değişmişti sanki buraların. Akşamüzeri olmak üzereydi, insanlar gelen servislere binip gittikçe kalabalık seyrelmişti. Geriye tanıdık üç beş sima kalmıştı. Ha unutmadan meşhur virüs salgınının da hâlâ devam ettiğini anlamıştım etrafımda konuşulanlardan.
Servislerden birine binip gidecektim ya aslında, kafamı kaldırıp şöyle gün batımına doğru baktım gayriihtiyarî. Köyümü özlediğimden midir yoksa dünya küçülüp bana köyümü getirdiğinden midir bilinmez, memleketim adeta bir halı gibi serilmişti ayaklarımın ucuna. Halı gibi dediğime bakmayın ha, sarp dağlardır bizim oranın halıları. Neyse neyse, işten çıktıktan sonra servise binip memleketine gitme şansı bulan bu gurbetçinin mutluluğuna ses etmeyin dostlar.
Kafam karışmamış değildi. Etrafıma bakınıyor nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Bu arada son servis de gelmişti, şoför etraftaki insanlara sesleniyor aracın birazdan hareket edeceğini söylüyordu. Bizim Galip’i o sırada fark ettim. Yanındakilerle konuşuyor “O kadar parayı vermem, başlarım cezasına da. Ben yürüyerek giderim” diyordu. Yanındakiler onu bir türlü ikna edemiyor, “abi yav, parasını biz veririz” diyenler de bir güzel paylanıyordu. “Neyini anlamıyorsun ulan mankafa, bu haksızlıktır!” Evet, sanırım yine yolunacak kaz muamelesi görüyorduk. Paralı olması bir yana fiyatı da bir hayli tuzluydu. Galip ağırdan yürümeye başlamıştı. Ne yapacağımı bilemedim, aceleyle oradaki arkadaşlara durumun detayını sorunca gece 12’den sonra sokağa çıkma yasağı olduğunu, görürlerse cezayı basacaklarını söylediler. Yürüyerek eve varmamız en az beş saat süreceğinden gece yarısından sonra ne olacaktı Allah bilir. Biraz düşündükten sonra kararımı vermiştim.
Hafif bir tempoyla iki dakikalık koşu Galip’i yakalamama yetmişti. “Sen neden geldin kardeşim, ben ağır ağır giderdim” dedi. Seslenmedim. Az sonra son servis yolu toza katarak geçti yanımızdan. Karanlık iyice bastırmıştı. Galip de ben de karanlıktan korkardık ya, gündüz gözüyle bir şehir meydanında gezmenin rahatlığı vardı ikimizde de. Hava kararmıştı kararmasına, lakin yürüdüğümüz yol aydınlıktı nedense.
Biraz yürüyünce geleni ağırlayan gideni selamlayan, etrafında başkaca bir yapı olmayan ufak bir köy evi gördük. Ahh, evin dili olsa da konuşsa. Köylük yerde böyle tek başına kalmak nedir bilir misiniz? Yirmili yaşlarda bir genç yolda karşıladı bizi. Buyur etti alçak gönüllü bir tavırla. Anne babası ile, küçük kardeşi olmalı, bir kız kapıda durmuş bize doğru gülümsüyorlardı. Birbirimize baktıktan sonra teşekkür ederek başımızla onayladık bu genç arkadaşı. Gerçi rahatsızlık vermeye hiç niyetimiz yoktu ama gördüğümüz kadarıyla misafirliğimizden mutlu olmuşlardı ailecek. Tek çekinceleri virüstü anlaşılan, tanrı misafirini kucaklamaktan bir an çekinmeyen bu Anadolu insanları ellerini kalplerine götürerek ve eğilerek selam verdiler bize. Bizler de aynı şekilde selamladık onları.
Evin yan kısmının üzerine naylon bir branda açarak yaptıkları çardak yazları yemeklerini yedikleri, sohbet ettikleri bir yerdi anlaşılan. Hem ev sahiplerinin içini rahatlatma isteğimizden hem de masadaki yemeklere zorla buyur edileceğimizi bildiğimizden ellerimizi bir güzel yıkadıktan sonra oturduk çardakta bize ayrılan yere. Yemeklerimizi yedikten sonra hava biraz serin olduğundan iki oda bir küçük holden oluşan evin odalarından birine geçtik hep beraber. Sohbet sırasında tahmin ettiğimiz gibi dört kişilik bir aile olduklarını, hayvancılıkla geçindiklerini, hayattaki tek gayelerinin çocuklarının okuyarak kendilerini refaha erdirmesi olduğunu öğrendik. Küçük kız zaten aklı da pek ermediğinden ses etmiyor, akıllı bir çocuk edasıyla ailesini onaylıyordu lakin genç Mehmet arada ufak çıkışlar yapıyor, “ya okuyup kendini kurtaramayanlar ne olacak baba? İnanmıyorsanız abilere sorun. Üniversiteyi bitirdikten sonra asgari ücretle işe giren bir sürü insan var” diyerek refaha ereceğine dair pek umudu olmadığını sezdiriyordu ailesine. Genç arkadaşın konuşmaları bizi şaşırtmıştı. Hem kafamızla onaylıyor hem de arada gülümseyerek bu özgüveninden ötürü memnun olduğumuzu belirtiyorduk. Bu sırada kendimizden bahsetmiş, akşamın bu saatinde neden yürüyerek eve gittiğimizi anlatmıştık.
Sohbet ilerlemiş konu yine virüse gelmişti. Virüsün bir korku aracı olarak kullanıldığından, insanların asıl böyle zamanlarda birlik olmasının öneminden, elimizden alınan ve alınması an meselesi olan haklardan bahsettik ve ailenin bir nebze olsun rahatladığını gördük. Konuşmalar daha içten, gülüşmeler daha sıcaktı artık. Bir ara Mehmet’in evin ara holüne çıktığını gördüm ve ben de az müsaade isteyerek onun yanına gittim. Mehmet bir yandan elindeki resimlere bakıyor, bir yandan da elindeki kumanda ile duvara yansıttığı videonun sesini ayarlıyordu. Heyecanı yüzünden okunuyordu. “Abi bak sizin dediklerinizin aynısını söylüyorlar bu videoda. Bu resimleri de gittiğim 1 Mayıs’larda çekmiştim”. Resimlerin güzelliği, UİD-DER’in kızıllığı gözlerimi yaşartmıştı. “Siz de mi abi” dedi, evet dercesine kırptım gözlerimi. Sarıldık Mehmet’le bir süre öyle kaldık. Bir abisi olmuştu artık Mehmet’in ve bir kardeşim daha vardı artık benim.
Sakince çıktım holden. El ettim Galip’e gelmesi için. Geldi. O da gördü bu güzelliği. Sarıldı Mehmet’e, omzuma sertçe vurdu. Hem gülüyor hem ağlıyordu. Bir süre konuştuk öylece, uzun süredir görülmeyen bir kardeşi görmenin mutluluğu vardı üçümüzde de. Sonra ailesinin yanına geldik, Mehmet kısaca anlattı durumu. Herkesin gözleri yaşarmıştı, bir evlat gibi benimsediler bizi.
Bir süre sonra müsaade istedik. Mehmet’in babası “olur mu öyle şey evladım? Burası sizin eviniz. Ne kadar isterseniz kalabilirsiniz” dedi. Birbirimize baktık. Galip “Amca burası bizim evimiz doğru elbet. Ya diğer evler ya yürünecek yollar... Bir gün sizler de bu yolda yürümeye karar verirseniz o zaman bu tek ev binlerce ev olacak ve o binlerce ev, bu tek ev olacak. Bu karanlığı ancak aydınlık bir yol delebilir ve biz o aydınlık yolu bulduk” dedi. “Allahaısmarladık” ve “hoşça kalın” dışında başkaca bir ses duymamıştık o gece.
Yola çıktık. Nerede olduğumuzu, nereye gittiğimizi unutmuştuk. Tek bildiğimiz doğru yolda olduğumuzdu. Hava iyice karanlık olmuştu, yolumuz iyice aydınlık…
Uyandım… Garip bir rüya görmüştüm. Dostum Galip’i düşündüm, birlikte yol yürümenin mutluluğu sardı içimi.
Ve UİD-DER’i düşündüm, en karamsar anımda elimden tutan UİD-DER’li dostlarımı. Gülümsedim, ne de çok benziyor rüyalarımız diye…