Akrep bir nehir kenarına gelir. Yüzme bilmediği için nehrin karşısına nasıl geçeceğini düşünürken kıyıda bir kurbağa görür. Ona doğru yürür, kurbağa akrebi görünce korkudan suya atlayıp kaçmaya çalışır. Lakin akrep uyanıktır. Kendisine acındırarak kurbağaya yalvarmaya başlar: “Kurbağa kardeş; karşıya geçmem gerek. Beni sırtında taşır mısın?” Kurbağa gözleri korkuyla büyüyerek cevap verir: “Daha neler? Beni sokup öldürürsün!” Ama akrep uyanık, ağlamaklı bir sesle yalvarır: “Olur mu öyle şey kurbağa kardeş? O zaman ben de suya batar, boğulur, ölürüm.” Kurbağa biraz düşünür ve akrebin ağlamaklı sesine aldanarak kıyıya çıkıp onu sırtına alır. Sırtında akrep, suyun karşı yakasına doğru yüzmeye başlar. Yolun yarısında aniden ensesinde bir sızı hisseder. Vücudu hızla soğumaya başlar. Kolları, ayakları hissizleşir. Kurbağa suya batarken son nefesinde sorar; “hani sokmayacaktın akrep kardeş?” Akrep cevap verir; “ne yaparsın kurbağa kardeş; ben akrebim, doğam bu.” Elbette bu bir hikâye ve teşbihte hata olmaz derler. Amaç meramımızı anlaşılır kılmak.
Akrep ile kurbağanın hikâyesinde olduğu gibi içinde yaşadığımız sistemin doğasına aykırı olmasına rağmen patronların bizi düşünebileceğine, çok kazanırlarsa işçilere de çok vereceğine inanan işçiler var. Ve maalesef bu işçiler patronlar sınıfının çıkarlarını koruyan politikacılara da aldanıyorlar. Bizim mutfaklarımızda yangın varken “ekonomi şahlanıyor” diyenlerin yalan söylediğine inanmak istemiyorlar. İşçinin hakkını savunabilmek için sendikaya üye olmasını engelleyenden, grevini, direnişini yasaklayandan iyilik bekleyebiliyorlar. Patronlar sınıfı ne zaman zora girse işçilere “hepimiz aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız. Biz kazanacağız ki siz de kazanasınız. Fedakârlık edin” diyorlar. Hele şimdi salgını da kullanıyorlar ve haklarımıza saldırırken çok daha arsızlar. İşçileri işten çıkarıyor ve “salgın var ne yapalım” diyorlar. Ücretsiz izine gönderip bizi açlığa mahkûm ediyorlar; “çünkü sağlığımız daha önemli” diyerek sanki bizi düşünüyormuş gibi rol yapıyor, bizleri kandırmaya çalışıyorlar. Böylece işten çıkarmaya, ücretsiz izinlere, kesintilere karşı mücadele etmeyip boyun eğmemizi istiyorlar. Ne yazık ki bu konuda çoğu zaman başarılı da oluyorlar. O nedenle sınıf bilinci olmayan işçi kardeşlerimiz, bütün bu olanlara tepki vermek yerine sanki başka türlü davranmak mümkün değilmiş gibi kendilerini çaresizce patronların ya da politikacıların insafına terk ediyorlar. Hatta bazen şöyle şeyler de söylüyorlar: “Bütün dünya böyle, bizim durumumuz iyi bile, hiç olmazsa bir işimiz var.” Ya da “kader, ne yapalım, buradan yiyecek ekmeğimiz yokmuş!” diyorlar. Bu durum patronlar sınıfının cesaretini arttırıyor. Mesela geçtiğimiz günlerde bir tekstil patronu fabrikasında çalışan işçileri üye oldukları sendikadan istifa ettirerek alın terinin hesabını sormasını, haklarını söke söke almasını engelledi. Kendisine aldanıp sendikadan istifa eden işçilere de 2 bin lira SADAKA verdi.
Bizler örgütsüz olduğumuzda kendilerini güçlü hisseden patronlar sadece haklarımızı çalmakla kalmıyor bir de onurumuzla oynuyor, bunu yaparken korku bile duymuyorlar. Geçmişte işçi sınıfının örgütleri güçlüyken işçilere hakaret etmeye ya da onurlarıyla oynamaya kalkan patronlara haddini bildirmek kolaydı, çünkü birlik içindeydi. İşçilerin bilinçlenmesi, dayanışmanın güçlenmesi için çalışmalar yürütülüyordu. Bu sayede işçiler de patronların yalanlarına aldanmıyor, tehditlerine pabuç bırakmıyordu. Bizim yeniden yaratmamız gereken de işte bu örgütlülüktür. Akreple kurbağa hikâyesinde olduğu gibi, işçi sınıfıyla patronlar sınıfı doğaları gereği birbirleriyle dost olamazlar. Çünkü birinin çıkarına olan diğerinin zararınadır. Bugün adı kapitalizm olan bu sistem, işçiyi akrep-patronu sırtında taşımak zorunda bırakmaktadır.