Geçen gün Sefaköy’den bir işçi kardeşimizin Tuhaf Zamanlar [1] başlığıyla bir şiiri yayınlandı. Bu şiiri okuduğumda ne zaman izlediğimi hatırlamadığım bir filmi anımsadım. Film bu ya, biri yüz yıl önce kendisini ve köpeğini dondurtuyor. Yüz yıl sonra tekrar hayata dönüyor köpeğiyle birlikte. İşte biz de bu adam gibi son bir yıldır toplumda her gün, her an karşı karşıya olduğumuz tuhaf demek hafif kalacak bir süreci yaşıyoruz. Tıpkı şiirde anlatıldığı gibi. Sanki yüzyıl önce yaşamış ama bir şekilde bugüne gelmiş insanlar gibiyiz.
Elbette yüz yıl önceki toplumla bugünkü toplum arasında bir hayli değişiklikler olması gayet normal bir durumdur. Ama bugünkü tuhaflıkların bu türden değişimlerle ilgisi yok. Sistemin efendileri her kötülüğün müsebbibi olarak gözle göremediğimiz bir virüsü gösteriyorlar. Öyle tuhaf yani… Bir yandan “korkmaya gerek yok. Her şey kontrolümüz altında” diyor, diğer yandansa her yeni gün virüsün yeni bir tehlikeli yanını önümüze koyarak korkutmaya devam ediyorlar. Sürekli koronavirüsün nasıl öldürdüğünü anlatıp türlü yollarla beynimizi esir almaya çalışıyorlar.
Oysa henüz ruhunu bu kan emicilere satmamış namuslu bilim insanları bu virüsten korunmanın yolunun sağlıklı ve dengeli beslenmekten, dengeli ve yeterli bir uykudan, sağlıklı konutlarda oturmaktan, temiz hava almaktan geçtiğini söylüyorlar. Yani egemenlerin virüsü ve salgını mistik bir havaya büründürüp bizleri korkunun esiri yapmak istemesine karşılık, aslında gereği yapılırsa asıl tehlikenin virüs olmadığını söylemiş oluyorlar. Lakin yoksullar, işçiler ve emekçiler, yani yeterli paraya sahip olmayan milyonlar sağlıklı koşulların hiçbirine sahip değiller.
Türkiye’de de durum farklı değil. Bugün iktidar koltuğunda oturanlar bir zamanlar “komşusu açken tok yatanlar bizden değildir” sözünü söylerlerdi. Şimdiyse “kuru ekmekle de olsa karnı doyuyorsa, aç değildir” diyenlerden oldular. Kendileri şatafatı dibine kadar yaşayan egemenler refahı paylaşmaktan ölümüne kaçıyor, yoksulların ölmeyecek kadar karınları doyuyorsa öpüp başlarına koymasını istiyorlar. Ancak birbirlerini tanımayan açların, yoksulların sesleri her geçen gün daha fazla yükseliyor.
Covid-19 yayılmaya başladığında o mübarek üçlüyü, maske-mesafe-hijyeni insanların beynine kazımışlardı. Bir komşum maskeyi 6 saat kullanıp attığını söylemişti. Aynı komşu şimdiyse maskeyi gece yıkayıp tekrar taktığını söylüyor. Neden diye sordum. Eliyle para işareti yaptı. Covid-19 bulaşması ile korkutulan işçi ve emekçiler fabrikalarda, hastanelerde, çalıştırılmaya devam ettiler. Virüs sanki çalışanlara bulaşmıyormuş da akşam karanlık çöktükten sonra tek vardiya olarak çalışıyormuş gibi getirilen yasakların saçmalığının gayet farkındalar. Egemenlerse zaten Covid-19’u içinde debelendikleri krize bir örtü olarak kullanıyorlar. Yoksulların sağlığını düşündükleri için değil, yalanları ortaya çıkmasın diye güya tedbir alıyor, insanları cezalarla korkutuyorlar. Asgari ücret iki bin üç yüz lira, yasak saatlerinde sokağa çıkan birine üç bin yüz elli lira ceza kesiliyor. Bu cezayı yazdıran egemenler yoksullara “maske-mesafe-hijyen” diyorlar. Ama kendileri kalabalık halinde, vur patlasın çal oynasın yemek davetlerinde toplanıyorlar. Yedikleri yemekleri, efuli, liçi, ejder meyvelerini yoksullar rüyalarında bile göremiyorlar.
Çöpten yiyecek toplayanlar, tencereleri et görmeyenler, soğuklarda ısınabilmek için battaniyelerle oturanlar egemenlerin nasıl bir şatafat içinde yaşadıklarını görüyorlar. Seslerini çıkarmaya başlıyorlar. Tek sorun bugün işçi ve emekçilerin seslerini toplu olarak, bir araya gelerek gür bir şekilde çıkaramamalarıdır. Yani örgütsüz olmalarından dolayı işçilerin, emekçilerin sesleri duyulmuyor. Egemenlerin asıl korkusu da zaten milyonların örgütlenip, karşılarına dikilmesidir.