Geçtiğimiz günlerde denizde iş cinayetlerine bir yenisi daha eklendi. Bartın açıklarında, içinde 12 kişilik mürettebatla “Arvin” isimli bir yük gemisi battı. Gemideki işçilerin 6’sı kurtarılırken geri kalan işçiler ne yazık ki yaşamını yitirdi. Ölen işçilerden 2’sinin cansız bedeni Karadeniz’in karanlık sularında kayboldu. Ne acıdır ki bu olay ne ilkti ne de bu düzen devam ettikçe son olacaktır. Kimisi bir iki kelimeyle konuşulup geçiliyor, kimisi sadece “gemi kazası” diye haber konusu oluyor, kimisi de sessiz sedasız gömülüp gidiyor derin sulara. Yaşanan her felaketin sonucunda da olan denizci işçilere oluyor. Ya sakat kalıyorlar ya da ölüyorlar. Yaşanan bu olay münferit bir olay olarak algılatılmaya çalışılsa da gerçekler öyle değildir. Bu bir iş cinayetidir. Bugüne kadar buna benzer birçok olay yaşandı ve onlarca insan sevdiklerinden, sağlıklarından ve canlarından oldular.
Arvin gemisinin batmasına sebep olarak Karadeniz’deki olumsuz hava şartları gösteriliyor. Şunu soralım biz de o zaman: Gemiler yapılırken olumsuz hava şartlarına uygun olarak yapılmıyorlar mı? Öncelikle belirtmek gerekir ki Arvin gemisi kırılarak battı. Bir gemi nasıl olur da kırılır? Bir gemi eğer çalışacağı denizlere uygun şekilde inşa edilmezse çeşitli sorunlarla karşılaşır. Kırılma da bunlardan birisidir. 46 yaşındaki Arvin gemisi de Karadeniz’de çalışabilecek dayanımda bir gemi değildi. Nehirlerde, göllerde ve kanallarda çalışabilecek şekilde ince ve uzun inşa edilmiş “nehir tipi” bir gemiydi. Bu şekilde inşa edilen bir geminin Karadeniz’in hırçın sularında seyir yapması demek gemiyi batmaya ve denizcileri de bile bile ölüme yollamak demektir.
Armatörler daha fazla para verip yeni bir gemi inşa ettirmeyi, maliyeti yüksek olduğu için kati suretle tercih etmiyorlar. Bunun yerine zaten var olan ve eski olduğu için de ucuz olan böylesi gemileri satın alıp içine de denizcileri doldurarak ölümün kucağına, denizin insafına bırakıyorlar. Gemiler batsa dahi sigortadan zararını çıkaracağını bilen armatörün gözü arkada kalmıyor. Peki, bu durumu devletler veya sigorta şirketleri bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar ama bu işten kârlı çıktıkları için göz yumuyorlar. Olan ise geride demir yığını içinde kalan denizcilere oluyor. “Gemiye çıksam ölme ya da kaçırılma riski var. Çıkmasam işsiz kalacağım.” İşte bu ikilem içerisinde kalan işçiler, kendilerini ya yanan bir geminin alevleri içinde ya da batan bir gemiyle birlikte karanlık suların bağrında buluyor.
Tüm bunların yanında bu tip gemilerde iş sağlığı ve güvenliği önlemleri de yeteri kadar alınmıyor. Düzenli aralıklarla denetlenmesi gereken bu gemilerin ne bakımları uygun şekilde gerçekleşiyor ne de gerekli kontroller yapılıyor. Gemi ve şirket sahipleri tüm bunları masraf, yük olarak görüyor. Bizler de denizcilik öğrencileri olarak zar zor bulduğumuz stajlarda sağlıksız koşullarla karşı karşıya kalıyoruz. Aylarca sevdiklerinden uzak kalan denizciler pandemi döneminde maaşlarını alamıyor, gemilerinde terk ediliyor. Kaçımızın can verdiği, arkamızda neler bıraktığımız ya da hangi koşullarda çalıştığımız sermaye sahiplerinin umurunda değildir. Tüm bunların sorumlusu kapitalist kâr düzenidir ve biz deniz işçilerinin de çözüm yolu bellidir: Örgütlü ve kararlı olmak! Biz genç denizciler umutsuz değiliz. UİD-DER çatısı altında birlik oluyor, mücadele ediyor ve diyoruz ki: Bir gün denizler onların değil biz işçilerin olacak!