
Dünya mutluluk raporuna göre Türkiye, 104’üncü sıraya gerilemiş. Oysa daha 2019’da 79’uncu sıradaydı. Bu değişim ve gerileme, aslında toplumun üzerine çöken karabasanı büyük ölçüde yansıtıyor. Neredeyse her gün belirsizliğe uyandığımız koşullarda toplum nasıl mutlu olabilir? “Bizi seçmezseniz kaos olur” diyenler, ülkeyi sürükledikleri darboğazda tutmaya kararlılar. Sadece bir haftada estirilen fırtınaya bir bakalım: Demokrat bir insan hakları savunucusu olan Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliği, sırf iktidarın cezaevlerindeki uygulamalarını teşhir ettiği için düşürüldü. Aynı gün toplumun birçok kesiminden 6 milyon insanın oyunu almış HDP hakkında kapatma davası açıldı. Bunu, İstanbul Belediye Başkanının yetkisinde olan belediye şirketlerine müdür atama hakkının elinden alınması izledi. On yıllardır belediye denetimindeki Gezi Parkı bir vakfa aktarıldı. Derken, kadına yönelik şiddeti önlemeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi bir gece yarısı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kaldırıldı. Aynı günün akşamında Merkez Bankası Başkanı ansızın görevden alındı. İktidarın neden bu adımları attığına geleceğiz ama önce bu politikanın sonuçlarına bakalım.
Toplumun tüm kesimlerini ilgilendiren ve derinden sarsan bu kararların, son derece keyfi şekilde alındığı bir ülkede istikrar olabilir mi? Zaten ekonominin krizde olduğu ve bir türlü toparlanamadığı koşullarda, ardı ardına gelen bu keyfi kararların yarattığı güvensizlikten dolayı uluslararası sermaye ülkeden çıkmaya, lira hızla dolar karşısında erimeye başladı. Borsa çakıldı ve bu yüzden kapatıldı. Peki sonuç? Bir anda cebimizdeki paranın değeri eridi ve daha da yoksullaştık. Yani olan yine emekçilere oldu. Biz işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan işçileriz. Patronlar ve iktidar çevreleri gibi sermayesini dolarla istiflemiş olanlardan değiliz. Dolayısıyla tek adam rejiminin “dediğim dedik, çaldığım düdük” yönetim tarzı, hem demokratik hakların tümüyle gasp edilmesi bakımından, hem de ekonomideki yıkıcı sonuçları bakımından biz işçi ve emekçileri vurmaktadır.
Mesela Türkiye, dünyadaki en yüksek enflasyon sıralamasında 8’inci sıradadır. Üstelik yüzde 15 olan resmi enflasyona göre! TÜİK bilgisayarlarından çıkan yontulmuş enflasyonu değil de gerçek olanı (yüzde 30’un üzerinde) dikkate aldığımızda, yüksek enflasyon sıralamasında çoğunluğu oluşturan Afrika ülkelerini derhal geride bırakıp zirveye yerleşiyoruz. Yani tam bir ters açı söz konusudur. Enflasyon, işsizlik ve yoksulluk zirve yaparken, doğal olarak toplum üzerine karamsarlık bulutları çöküyor ve mutluluk sıralamasında yokuş aşağı yuvarlanıyoruz. Türkiye ekonomik, demokratik, insani gelişmişlik, eğitim, sağlık alanlarında hızla geriliyor. Gayri safi yurtiçi hasılanın 15 yıl önceki düzeyine gerilemesi, aradan geçen bunca yıla ve artan nüfusa rağmen ülkenin bir yıllık gelirinin bu denli düşmesi yoksullaşmamızın resmidir! Yıllarca Türkiye’yi küresel güç yapacaklarını söyleyenlerin ve Ay’a gidileceği müjdesi verenlerin ülkeyi getirdiği yer uçsuz bucaksız bir çöldür!
Ancak tepedekilerle aynı ülkede yaşamamıza rağmen aynı sınıfın mensupları değiliz ve aynı yaşamları da paylaşmıyoruz. Yoksulluk uçurumundan serbest düşüşte olan işçilerdir, emekçilerdir! Krize ve salgına rağmen tekelci sermaye ve iktidar çevreleri kâr rekorları kırıyor. Çünkü kriz ve salgında emekçileri zerrece umursamayan iktidar, derhal sermaye sınıfının imdadına koşmuştur. Uluslararası kurumların verilerine göre Türkiye salgın kapsamında 64 milyar dolar kaynak ayırmıştır. Fakat bu kaynağın neredeyse tamamı sermaye sınıfının kasasına akmıştır, akmaya da devam ediyor. İşsizlik fonundan devlet kaynaklarının yağmalanmasına ve doğanın açgözlüce talan edilmesine; uzayan iş saatlerine, kölece çalışma koşullarına ve derinleşen yoksulluğumuza bakarak durumu anlayabiliriz. İktidar “büyük ülke” dedikçe sermaye sınıfı palazlanıyor ve ürettiğimiz zenginlik daha fazla patronların kasasına akıyor. Yani bizim sefaletimiz onların ise serveti artıyor. İşte kapitalist sömürü düzeninin tablosu!
İlk günden itibaren durmaksızın dile getirdiğimiz üzere, gerek dünyada gerekse Türkiye’de egemenler salgına değil emekçilere karşı savaş açmışlardır. Mesela iktidarın önünü açtığı ücretsiz izin ve Kod-29 rezaleti sermaye sınıfının elinde bir kamçıya dönüşmüştür. Kapitalistler, sendikalaşan ve hak gasplarına sesini yükselten işçileri cezalandırmak için ücretsiz izne gönderiyorlar. İşçinin iradesini bu yolla kıramadıklarında ise Kod-29 bildirimiyle işten atıyorlar. İşçileri açlık ve sefalete mahkûm etmekle kalmıyor, bir de “ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı” davranmakla damgalıyorlar! Elbette amaç işçilerin psikolojisini çökertmek, kişiliklerini ezip iradelerini kırmak ve onların üzerinde moral üstünlük kurmaktır. İşçilerin birleşmesini, güçlenmesini, moral bulmasını ve kapitalistlerin karşısına yekvücut olarak dikilmesini asla istemiyorlar. Bu tam bir sınıf tutumu ve sınıf kinidir, bunu asla unutmayalım!
Ülkenin sürüklendiği devasa çölde işgücüne katılanların yüzde 30’u yani 10 milyon insan işsizdir. Gerçek işsizlik verilerini gizleyen TÜİK, mızrağın çuvala sığmamasından dolayı “atıl işgücü” diyerek gerçek durumu itiraf etmek zorunda kalmıştır. Nüfusun yüzde 90’ından fazlasının kentlerde yaşadığı Türkiye gibi bir ülkede, bu denli yüksek işsizlik toplumsal yıkım demektir. Gençlerin yüzde 28’i ne eğitim almakta ne de çalışmaktadır. Bu durumun umutsuzluğu, geleceksizliği ve depresyonu beslememesi nasıl mümkün olabilir? İşsizlik, yoksulluk, salgın, hak gaspları, iktidarın toplumu nefessiz bırakan baskı ve zorbalığı, kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin artması… Ancak her şey karşıtıyla var. Toplumda ve emekçi saflarda hoşnutsuzluk ve öfke birikiyor, çeşitli biçimlerde kendini dışa vuruyor. Topluma umut değil korku aşılayan ve her geçen gün inandırıcılığını yitiren iktidarın oy tabanındaki erozyon hızlanıyor.
İşte bu tablo, ülkenin neden her gün belirsizliğe uyandığını gözler önüne seriyor. Toplumu sürü yerine koyan ve istediği yöne sürebileceğini düşünen iktidarın aldığı kararların amacı ülkeyi selamete çıkartmak değildir. İktidar, ne pahasına olursa olsun varlığını sürdürmek, toplumu istediği gibi şekillendirmek, devlet kaynakları üzerinde oturmaya devam etmek istiyor. Bu yüzden olağanüstü gündemler eşliğinde siyasal gerilimi ve kutuplaşmayı alabildiğine keskinleştirmeye, muhalefeti parçalamaya, bilinçleri felçleştirmeye, emekçilerin odağını kaydırmaya ve gerçek sorunların üzerini örtmeye çalışıyor. Ve iktidarın zorlamaları, attığı adımlar ülkeyi daha fazla belirsiz bir sürece itiyor! Ancak emekçilerin büyük çoğunluğu gerçeği görüyorlar. Direnişte olan işçilerin, şiddete ve zorbalığa karşı mücadele eden kadınların, demokrasiden yana olan milyonların sesi daha fazla yükseliyor. Siyasi iktidar ne yaparsa yapsın emekçilere boyun eğdiremeyecek!