Geçtiğimiz haftalarda DİSK-AR’ın resmi verilerden yola çıkarak yaptığı hesaplamaya göre, 2020’nin ilk üç ayında 7 milyon 362 bin olan geniş tanımlı işsiz sayısı 2021’in ilk üç ayında 2 milyon 531 bin artışla 9 milyon 893 bine ulaştı. 19 Mayısa özel genç işsizlik verilerinin de yer aldığı bültende “ne eğitimde ne istihdamda olan gençlerin” oranının %28,8’e ulaştığı, Türkiye’nin bu oranla Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri arasında 1’inci sıraya yükseldiği vurgulandı. Rakamların dili soğuktur denir, ne kadar da doğrudur. Bu gençlerden biri olarak, bu rakamların ötesinde neler yaşadığımızı, nasıl hissettiğimizi paylaşmak istiyorum sizlerle.
Bir tohumun filiz vermesi, serpilip açılması gibi gençlik dönemi de insanın serpilip geliştiği, yüreğinde taptaze bir heyecanla hayata atıldığı dönemdir. Öğrenmeye ve keşfetmeye hazır meraklı gözleriyle, kavramaya hazır ürkek elleriyle, yaşamı değiştirip dönüştürecek muazzam bir potansiyel taşır gençler. Gençliğin bu gücünden korkan egemenler istemezler gençlerin içindeki bu potansiyeli fark etmelerini. İlkokul sıralarından itibaren zihinlerini körelttiği, bencilleştirdiği milyonlarca gence “parlak gelecek” vaadi satmaya çalışırlar. Böylece bitmeyecek bir sınav maratonunun içinde, yalnızca kendi çıkarları peşinde koşan yalıtık bireyler yaratmak isterler. Köklerinden koparıp yalnızlaştırdığı gençler yaşadıkları sorunların tarihsel kökenini bilemediğinden sorunu sürekli kendilerinde ararlar. Bir çıkış yolu bulamadıklarında yüreklerindeki heyecan yerini büyük bir karamsarlığa bırakır. Ne yazık ki bugün etrafımızda gördüğümüz gençlerin çoğunun gözlerinde gelecek kaygısı, ağır baskılar ve başka ülkelere kayan umutlar görüyoruz...
Bu karamsar tabloya karşın iktidarın en tepesi “Gençlerimizin onlar için inşa ettiğimiz aydınlık Türkiye’de eğitimden istihdama, sanattan spora, bütün alanlarda sunduğumuz imkânları, verdiğimiz destekleri en iyi şekilde değerlendirmelerini bekliyoruz” diyebiliyor. Oysa ufak yaşlarda girdiği okul sıralarından 20’li yaşlarında çıkan, gençliği sınav maratonlarında tükenen emekçi ailelerin çocukları sanatla ve sporla ilgilenmeye ne zaman, ne de imkân bulabiliyorlar. Yine OECD raporlarına göre gençlerin düzenli olarak spor yaptığı ülkeler arasında Türkiye sondan 3. sırada yer alıyor. Patronların çocukları kolejlerde, spor salonlarında özel eğitmenlerle her türlü imkâna sahipken; bizler için tüm bunlar “lüks” sayılıyor. Yalnızca sınavlara hazırlanmamız, okulumuzu en iyi şekilde bitirmemiz gerektiği söyleniyor. Ancak en iyi üniversitelerden mezun olan, iki dil bilen arkadaşlarımız bile “torpil” olmadan iş bulamıyor. Yani egemenlerin söylemlerinin aksine, sorun “nitelikli olmak” değil, gençleri çıkışsızlığa iten kapitalist sistemdir.
Her şeyin önüne kârı koyan bu sistem eğitimi de sağlığı da kapitalist patronların eline teslim ediyor. Bugün temellerinden sarsılan kapitalist sistemin koronavirüs ile üzerini örtmeye çalıştığı kriz yoksul emekçilerin, gençlerin, kadınların yaşamını alt üst ediyor. Sınıfının tarihinden, yüreğinde taşıdığı muazzam güçten habersiz gençler ne yazık ki umutsuzluğun çıkmaz sokaklarında savruluyorlar. Bazı arkadaşlarımız “yetersiz” olduğuna inandırıldığı için gencecik yaşta canına bile kıyabiliyor.
Ancak örgütlü gençler olarak biz asla karamsarlığa kapılmıyoruz. Gençliğin verdiği heyecanı öfkemize katarak yeni, yepyeni bir dünyanın mücadelesini veriyoruz. Önümüzdeki günlerde kuruluşunun 15. yılını kutlayacağımız örgütümüz UİD-DER bize sınıfımızın tarihini, bizden önceki genç kuşakların mücadele deneyimlerini öğretiyor. Ve biz biliyoruz ki gençlerin kurtuluşu ancak kapitalizme karşı sınıfımızın saflarında yürüteceğimiz mücadeleyle mümkün olabilir. Bizi, bu çürümüş sömürü sisteminin yarattığı karamsarlıktan, umutsuzluktan sadece örgütlü birlikteliğimiz kurtarabilir. İşte bu yüzden, bir mayıs videosunda da söylediğimiz gibi; çok şükür ki örgütlüyüz!