Maden bölgesine giderim. Orda kömür kendiliğinden sahada yanar. Onun kokusunu çekerim. Derim ki “ne güzel kokuyor!” İşçiler de der ki bana “yahu sen aptal mısın? Hiç kömür güzel kokar mı?” “Siz yanlış anlıyorsunuz onun kokusunu. O ekmeğin kokusudur” derim ben. Bu sarı baret odur. Ekmektir bu. Rızıktır…
Dayanışma TV’nin son yayınladığı belgesel “Sarı Baret” oldu. Şimdiden binlerce emekçiye ulaşan bu kısa belgesel, yüreklerimize kazındı.
Sarı baretin onlar için ne ifade ettiğini anlatıyor işçiler, eşler, çocuklar. Sarı baret onların kimliği olmuş artık. Eziyetli işlerinde çalışırken sarı baret var. Kazalar geçirdiklerinde sarı baret var. Sakat kaldıklarında sarı baret var. Öldüklerinde sarı baret var. Hak aradıklarında sarı baret var. Sarı baretin özellikle de mücadelenin simgesi haline gelmesi pek kızdırmış maden patronlarını. Jandarmayı, polisi işçi ailelerinin üstüne salan patronlar; sarı baretlerle yürünmesini engellemek istemiş. İşçiler hiç bırakır mı baretlerini! “Yaşatmadınız ki öldürün ama bırakmayız baretleri” demişler.
Yaşamamışlar gerçekten. Onların hayatları, acı hikâyelerle bezenmiş. Başlarından geçenleri anmak hâlâ büyük acı veriyor, hâlâ içlerini yakıyor. İzlerken görüyoruz ki kendilerini tutmaya çalışıyorlar; sözlerini tamamlamaya çalışıyorlar ama… Boğazları düğümleniyor, sesleri titriyor, yaşlı gözlerini kaçırıyorlar. Maden işçisinin kaderi, madenci eşinin de çocuklarının da ana-babalarının da kaderi oluyor. Hem sadece yoksulluklarına, acılarına ortak değiller. Mücadele azmine, direncine, sabrına, kararlılığına da ortaklar.
Madenci eşleri, o kadınlar, görenleri hayran bırakıyor. Dağ gibi duruyorlar eşlerinin yanında. En önde yürüyorlar hak mücadelesinde. İşverenin itlerine kafa tutuyorlar. Saldırıya da uğrasalar, gaza da boğulsalar geri adım atmıyorlar. Korkmuyorlar! Evlatlarını da yanlarına katıp yürüyorlar.
Hele o çocuklar… Zengin bebelerine hiç benzemiyorlar; zehir gibiler. İşçi-işveren arasındaki sınıfsal ayrımı da iktidarın pozisyonuyla kendi yaşadıkları arasındaki bağlantıyı da çözmüşler. Görseniz bağrınıza basmak istersiniz o pırıl pırıl çocukları. Belli ki anne-babaları çok iyi yetiştirmiş, çok sevmiş. Birbirlerine nasıl sahip çıktıkları, her şeyi nasıl paylaşmak istedikleri hemen fark ediliyor. En küçükleri bir bebek. Babası tazminatını alabilirse ona gofret alacağını söylüyor. O da “ablaya da alacak mısın?” diye soruyor kendi lisanınca.
Babalar öylesine acıya boğulmuş ki ekmek diye çıktıkları yolda bin dert daha edinmişler. Gözlerini kaybettiği için bebeğini hiç göremeyecek olan babanın, ayaklarını kaybettiği için çocuklarının onu koşturarak karşılamayacağını anlatan babanın, telefonunda kayıtlı tüm arkadaşlarını toprağa veren babanın kaybedecek bir şeyi kalmamış.
İşverenin yaptığı tek iyi şey zalimliğini, nefretini, ruhundaki sefilliği açık etmesidir. Bunun da katkısıyla işçiler gayet net. Tüm imkânıyla işçilere ve ailelerine saldıran patronların korkulu rüyası gerçekleşiyor. Yoksulluğa, açlığa, ölüme layık görülen, tekmelenen işçiler birleşiyor!
Dayanışma TV’nin hazırladığı bu belgesel nasıldı derseniz, sadece izleyin derim; anlatamam. Neler var, neler… Orası gerçek dünya. Orada her konu büyük. Ufak tefek sorunların lafı olmuyor. Bu belgesel, bize bir trajedi sunmuyor. Kesinlikle, umutlu!