
Dün babamın asker arkadaşı Ali amcalara ziyarete gittim. Babam, Kore’ye gittiğinin ilk haftasında bomba parçasının sağ gözüne gelmesi sonucu çürüğe çıkartıldığı için Ali amcayı küçümserdi. Kore gazisi maaşı almasını da hak görmezdi. “Acemi olduğu için gözü kör oldu” derdi. Ali amca Kore’ye 1952 yılının sonuna doğru gönderilen asker kafilesinde yer alanlardanmış. Ali amcanın tam adı Nusret Ali’dir. Ancak Nusret kısmını askerden döndükten sonra sadece resmî kurumlarda yani zorunlu olduğu yerlerde söylermiş. Ali amcanın sol kulağı normal, sağ kulağının üst tarafı ise örs üzerine konup çekiçle ezilmiş gibi incecik ve sivri. Boyu uzun ve ince, bedeninin iki yanındaki uzun kollarının damarları toprağın dışında kalmış ağacın kökleri gibi meydanda. Koyu yeşil sol gözü küçülmüş. Sağ gözünün yeri sanki hiç gözü olmamış gibi çukura kaçmış. Askerde kendisini Nusret ismiyle çağırırlarmış. Ali amcaya askerliğini, yani sağ gözünün körlüğünü hatırlattığı için Nusret isminden nefret ediyor.
Eşi Ayşe ablanın tam adı da Ayşe Fatma’ymış. Ayşe abla ufak tefek, minyondur. Koyu kahverengi gözleri ne düşündüğünü dışa vurur. Ayakları boyu gibi küçücük, elleri ve parmakları boyuna ve ayaklarına göre küt bir havuç gibi iri. Ayşe abla da adındaki Fatma’yı sevmemiş. Ayşe ninesinin adıymış. Fatma ise halasının adıymış. Halasının çocuğu olmadığı için arkasından konuşanlar “kısır Fatma” derlermiş. Kendisinin de çocuğu olmamış. İşte bu yüzden adındaki Fatma’nın söylenmesini sevmiyor. Çocukları olmamasını Ali amcanın askerde korkmasına bağlıyor. İçten içe de halası Fatma gibi kendisinin de kısır olduğunu düşündüğünden olsa gerek, adındaki Fatma’yı hayatından çıkarmış. Ayrıca kendisine herkesin abla demesini seviyor. Ayşe ablayla Ali amca 62 yıldır aynı yastığa baş koyuyorlar. Acı tatlı 62 yılları beraber geçmiş. Aralarındaki kavga ve çatışmanın temelinde çocuklarının olmaması ve Ali amcanın sağ gözünün askerde kör olması yatıyor sanki. Ayşe abla, Ali amcanın koyu yeşil iki gözünden sağ gözünün kendisine sevgiyle baktığını hiç görememiş.
Ali amca şimdi 89 yaşında. Ayşe abla ise 74 yaşında. Ali amca askerden döndükten epey sonra evlenmişler. Çocukları olmamış. Ali amca ilk kez 1960 yılının kışında gelmiş İzmir’e gurbetçi olarak. Gözünün biri görmediği için iş bulmakta zorlanmış. Sonra sağır ve dilsiz bir köylüsünün çalıştığı tütün deposunda hamallık işine girmiş. Uzun boylu, güçlü kuvvetli ve çalışkan olduğu için kadrolu işçiliğe alınmış. 1962 yılında Ayşe abla ile birlikte İzmir Gültepe’de kiraladığı eve taşınmışlar. Önceleri Ayşe ablanın çalışmasına karşı çıkmış Ali amca. Mahalleden aynı tütün işinde çalışan kadınların teşvikleri ve özendirmeleri ve Ayşe ablanın baskın karakteri sonucu Ali amca razı gelmiş çalışmasına. Karı koca yıllarca aynı tütün işinde çalışıp emekli olmuşlar. İlerleyen yıllarda tütün işçileri sendikayı işyerine soktuğunda onlar da sendikaya üye olmuşlar. Yıllar önce ziyaretlerine gittiğimde TARİŞ direnişini, o günlerdeki mücadeleci işçileri ve sendikacıları isim isim anlatmışlardı. Öyle heyecanla anlatıyorlardı ki, birbirlerinin sözünün bitmesini beklerken sabırsız halleri hâlâ aklımdadır.
Ziyarete gittiğimde Ayşe abla ile Ali amcanın tek katlı evlerinin balkonunda tartıştıklarını gördüm uzaktan. Selamlaştık. Ali amca hemen “Kalk kalk oğlan yoldan geldi, acıkmıştır” dedi kızgın bir sesle. Ayşe abla “Çay koyayım. Yemeklik yok. Pazara gidelim dedim, ne duydun ne gördün. Bir avuç mercimek var, çorba kaynatayım bari” diyerek mutfağa gitti. Ali amca “Çorba da çok lezzetli” diyerek şaka yaptı Ayşe ablaya. Ayşe abla “Mübarek, daha mercimeği yıkamadım” diyerek mutfağa gitti.
Ali amca ile Ayşe ablanın tatlı sert göndermeleri ve çorba meselesini Sokrates ve karısı arasındaki çekişmeye benzettim. Sokrates hiçbir ücret almadan öğrencilerine ders verdiği ve o zamanın egemenlerine karşı halkı uyandırdığı için kelle koltukta yaşarmış. Hep yoksul bir hayat sürerlermiş. Eşi çorba pişireceğini söylemiş günün birinde. Daha çorba ateşin üstüne konmadan Sokrates, “Çorbanın kokusunu aldım” demiş. Eşi ise “Daha ateşin üstüne koymadım. Çorbanın kokusu nasıl geldi?” diye terslemiş Sokrates’i. Eşi günün birinde başına olmadık işler açacak diye etliye sütlüye karışmaması için sürekli Sokrates’e engel olmak için uğraşıp dururmuş. Ama Sokrates tüm baskı ve tehditlere meydan okuyarak bildiği yolda yürümeye devam etmiş. Adının bugün hâlâ anılması bundandır.
“Ali amca, bu savaşlar bir türlü bitmiyor. Türkiye Suriye’ye, Libya’ya asker gönderiyor savaşa. Şimdi de Afganistan’a daha fazla asker göndereceklerini söylüyorlar. Sen de Kore’ye savaşa gittin. Savaş nasıl bir şey?” diye sordum. Ali amca “Bana savaş deme. Ben savaştan nefret ederim. Babana sormadın mı o savaşı? Ben Kore’ye gittiğimin birinci haftasında sağ gözümü kaybettim. Sağ kulağım da yanmıştı. Nasıl ölmediğime hâlâ şaşıyorum. Yaşadığıma sevindim. Ama sen bir de gel benim içime sor. Üç ayda bir aldığım Kore maaşını her aldığımda gözümün kör olmadığı zamanı düşünürüm. Ama sağ gözümü kör etti o savaş. İsterse dünyayı versinler bana. Sağ gözümü geri getirir mi? Dönüp köye geldikten sonra adımın önüne, arkasına kör eklendi. Kör Nusret Ali aşağı, Nusret Ali körü yukarı. Aha bu bile (Ayşe ablayı işaret ediyor) kızdığında olmayan gözümü başıma kakıp duruyor. Bir de neymiş ben savaşta çok korkmuşum da ondan çocuğumuz olmamış. Allah belasını versin o savaşı çıkaranların da bizi o savaşa gönderenlerin de!” diyerek sustu. Koyu yeşil sol gözü yaşardı, sanki o günleri yeniden yaşıyor gibiydi. Ayşe abla kapı arasından başını uzatarak “Anlat anlat devamını da anlat. Geceleri uyanıp ‘gözüm gözüm’ diye bağırdıklarını da anlat. Sen korktuğun için çocuğumuz olmadı. Ben kısır değilim. Yüz yaşına geldin. Hâlâ unutmadın savaşı. O lanet savaşta gözünü kör etmişler. Acısını ben çektim” diyerek elindeki sinek öldürücüyle kara bir sineğe vurdu hınçla. Ali amca “Ben savaşa karşıyım. Savaş olmasaydı bu gözüm kör olmazdı. Başıma kakıp durma kör gözümü. Çocuk Allah’ın bileceği, vermedi, ne yapalım? Ben yüz yaşında değilim. 89 yaşındayım. Sanki sen 14 yaşında mısın? Küçük çocuklar bile teyze dediğinde küplere biniyorsun” diye sitem etti.
Kore’yi ikiye bölüp iki kardeş halkı birbirine kırdıran savaşın üzerinden 70 yıldan fazla bir zaman geçti. Türkiyeli egemenler de yoksul halkın evlatlarını dünyanın öte ucundaki Kore’ye öldürmeye ve ölmeye gönderdiler. Yoksul halkın evlatlarının canını ve kanını kendi çıkarları uğruna, işçi sınıfının şairi Nâzım Hikmet’in ifadesiyle on sente sattılar. Dilleri, dinleri farklı ama sınıfları aynı olan işçi sınıfının evlatlarını birbirlerine boğazlattılar. Binlerce yoksul çocuğu savaşlarda canından oldu. Daha fazlasıysa bedeninden parçalarını o savaşlarda kaybederek evlerine döndü. Sakat olarak geri dönenler ömürleri boyunca toplum içinde eksik ve hakir görüldüler. Bedenlerindeki eksik ruhlarında da derin ve kapanmaz yaralar açtı. Ali amca da o savaşlardan sakat olarak dönen binlerce insandan sadece biridir. Bu savaşların tamamı egemenlerin dünyayı kendi aralarında paylaşmak için sürdürdükleri kirli savaşlardır. Sömürücü efendiler yeryüzünü aralarında bir daha paylaşmak için geçmiştekinden çok daha gelişmiş silahlarla savaşı sürdürüyorlar. Bu savaşın durması ancak örgütlü işçi sınıfının mücadelesiyle mümkündür. 1917 Ekim Devrimi bize yolu gösteriyor. Yeni Ekim devrimleri gelene kadar insanlığın acıları, dramları ne yazık ki devam edecek.