
Son günlerde kiminle konuşsak eninde sonunda konu geçinememeye geliyor. Bizler de farklı sektörlerden emekçi kadınlar olarak bir araya geldik ve nasıl geçindiğimizi daha doğrusu geçinemediğimizi konuştuk.
Kış ayları geldi. En büyük sorunlarımızdan biri doğalgaz faturası oldu. Birileri sürekli sözde müjdeler verip doğalgaz bulduk diyor ama bulduklarının ne olduğu, bulup bulamadıkları bir yana bizim bu masallarla oyalanacak halimiz kalmadı. Yakmasak olmuyor, yaksak gelen faturalar cebimizi yakıyor. Ama Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı akıllara zarar bir çözüm bulmuş bile. Sıcacık olduğuna adımız gibi emin olduğumuz evinden çıkmış, en az evi kadar sıcak makamına kurulmuş, oradan bize “Evi daha az ısıtın” diyor. Emekçiler için daha azı mı var sormadan edemiyoruz. Aldığımız ücretlerin yarısı faturalara gidiyor. Kombiyi hep düşük ayarda yakmak zorunda kalıyoruz zaten çünkü aldığımız ücretler yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçlarımızı bile karşılamıyor.
Sahi ya ne yiyoruz, nasıl geçiniyoruz diye soruyoruz birbirimize. “Eskiden en azından elma alabiliyorduk mesela. Şimdi meyve girmiyor evlerimize” diyor işsiz bir arkadaşımız. “Geçen sene iki arkadaş birleştik 50 kilo domates aldık, kışlık menemen yaptık. Bu yıl hiç fiyatlar düşmedi, 30 kilo alabildik ancak” diyor başka bir emekçi kadın. “Market pahalı olurdu pazara giderdik. Şimdi pazar da ucuz değil” diye ekliyor bir başkası. Laf dönüp dolaşıyor İşçi Dayanışması gazetemizin 163. sayısında emekçi kadın köşesinde işlenmiş olan Emine Erdoğan’ın kurutulmuş mango sözüne geliyor. Bir arkadaş soruyor, “Sahi bu mango nasıl bir şey, taneyle mi alınır, kiloyla mı? Bilen var mı?” 2 yaşında bir çocuğu olan başka bir arkadaşımız “Ben biliyorum” diyor ve ekliyor: “Çocuktan sonra öğrendim bazı meyveleri. Onun için alıyoruz. Nasıl bir şey diye de ucundan tadına bakıyoruz.” Espriyi patlatıyor başka bir kadın; “Yok arkadaş sen onu çocuk sayesinde öğrenmedin, AKP gelince öğrendin. AKP olmasaydı ne mango bilirdin ne de onu koyacak buzdolabın olurdu.” Gülüşüyoruz hep beraber… Başka bir arkadaş buzdolabını duyunca artık buzdolaplarını bile dolduramadığımızı söylüyor. “Alışveriş yaparken kiloyla almak yerine taneyle almak zorunda kalıyoruz. Hangi market daha ucuz diye dolaşıp duruyoruz.” diyor. Başka biri alıyor sözü: “Tek yaşıyorum, çoğunlukla işte yediğimle idare ediyorum, eve fazla bir şey almıyorum dolayısıyla. Bir kahvaltılık; o da yumurta, zeytin, peynir, domates, salatalık. Ha yalan olmasın biraz da süt ve ceviz alıyorum. Benim de lüksüm sabahları yediğim 3 tane ceviz. Maaşı bir türlü yettiremeyince geçenlerde bir hesap yapayım dedim nereden kısarım acaba diye. Tek başına aylık mutfak ve temizlik giderim 900 TL’yi buluyor neredeyse…” diyor.
Geçenlerde Emine Erdoğan “porsiyonları küçültelim” diye buyurmuştu. Saraylarında düzinelerce aşçının hazırladığı çeşit çeşit adlarını bile bilmediğimiz yemekleri yerlerken biz işçi ve emekçilerin aklıyla alay ediyorlar adeta. Bazen canımız bir şey çekiyor ama alamıyoruz. Ya da nefsimizi köreltecek kadar alıyoruz. Düşünüyoruz insan sınırlarını daha ne kadar zorlayabilir. Biz işçiler tüm zenginlikleri üretirken neden her şeyden yoksunuz bu kadar. Soruyoruz; hak ettiğimiz yaşam bu mu?
Hayır, biz bu yaşamı hak etmiyoruz. Oysa bereket ve bolluğun olduğu bir dünyayı kurmak bizim ellerimizde… Ne gördüğün, nereden baktığınla ilgilidir. Zenginlik içinde olanlar, saraylarının penceresinden bakanlar aklımızla alay ediyorlar, bizi aptal yerine koyuyorlar. Çünkü emekçilerin yaşamını anlamaktan çok uzaklar, halkın yaşadıklarına karşı körleşmişler. Bizler her gün nereden kıssam da ay sonunu getirebilsem diye düşünürken onlar bolluk içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Ama bu böyle sürmez, süremez. Kendi geleceğimizi elimize almadığımız sürece açlık, sefalet yakamızı bırakmayacak. Sorunlarımıza çözüm bulmak için bir araya gelmeli, bu zalimler sürüsüne karşı örgütlenmeliyiz. Başka çaremiz yok!