En sonunda zil çaldı. Şimdi yemek vakti. Her sabah gün aydınlanmadan uyanıyorum. Sabahın erken saatinde genellikle iştahsız oluyorum. Bir taraftan yorgunluk diğer taraftan evdekileri uyandırmamak için evden kahvaltı yapmadan çıkıyorum. Mis gibi kokan, gevrek, bol susamlı, sıcacık simitler tezgâhlardan bizlere gülümsüyor. Sabahın ilk saatlerinde yediğim iki simit beni birkaç saat idare ediyor. Gramda hafif fiyatta ağır o güzelim simit, saatler geçtikçe hükmünü yitiriyor ve öğle yemeğine kadar bitap düşmüş oluyoruz. Öğle yemeğine koşa koşa gidiyoruz. Eee, kurt gibi açız hepimiz! Yemek yerken her masadan uğultular yükseliyor. Önceden yemeklerin az ve kalitesiz olması üzerine yapılan sohbetlerin yerini daha ciddi konular aldı. Her masada ekonomi... Evli olanlar yüksek kiralardan dert yanıyor. Kimileri de elektrik ve su faturasının aşırı zamlandığından bahsediyor. Bir arkadaşın diğer arkadaşa, yağın fiyatının kronometre gibi durmadan yükseldiğini öfkeli bir şeklide anlattığına şahit oluyorum. Diğer bir arkadaş da; “evlenip yeni bir hayat kurmak istiyorum ama bu şartlarda mümkün değil” diye derdini anlatıyor. Herkeste gelecek kaygısı ve “artık sıkıldık” cümleleri. Yemek bitti. Karınlar doydu ama sorunlar orta yerde duruyor hâlâ.
Saat 15.00 ve nihayet çay içme vakti... Çayını dolduran işçiler bir kenara çekilip gruplar halinde sohbete başladı. Kimileri de bir bardak çay içtikten sonra uyumayı tercih etti. Ben de çayımı alıp sohbet eden arkadaşların yanına geçtim. Bir abi hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyor. Ben de merakla dinliyorum. Yemekteki sohbeti hiç yorulmadan devam ettiriyor. “Bıçak kemiğe dayandı artık.” Ne kadar yorulursak yorulalım bir kenara çekilip uyumaktansa sorunlarımızı tartışmayı tercih ediyoruz. Çünkü yaşam derdi bu. Sanki karanlık ve sonu gelmeyecek bir tünelin içinden geçiyor gibiyiz. O yüzden çenesi yorulmadan anlatıyor abi. Ben de hiç yorulmadan dinliyorum. Sohbetin bir yerinde söyle bir olay anlattı: “Geçen bir arkadaşım iş başvurusuna gitti. Şartları sormuş, kaç saat çalışacağını falan. Adam da hafta içi sekizde iş başı altıda da paydos, cumartesi günü de yarım mesai. Maaş da asgari ücret” demiş. “Bir de asgari ücret mi!” demiş bizimki şaşırarak. Arkadaşım; “cumartesi niye çalışıyoruz peki” demiş. Hafta içi bir saat fazla çalışarak haftalık mesaiyi zaten tamamlamış olmuyor muyuz? “Evet” demiş adam. Bizde böyle. Cumartesi günleri de fabrikanın geleceği için demiş. Arkadaşım bunu duyunca, “fabrikanın geleceği mi? Ulan bizim geleceğimiz ne olacak peki?” demiş ve çıkıp gelmiş oradan. Çay saati bitti ve sohbet de… Herkes işinin başına döndü. Benim aklımda ise şu soru dönüp duruyor; evet bizim geleceğimiz ne olacak? Patronlar kârlarına kâr katmaya devam ederken bizim payımıza daha uzun saatler çalışma ve yoksulluk düşüyor.
Hayır, bu böyle devam edemez! Bizler yaşam mücadelesi verip gelecek kaygısı içinde kıvranırken, her geçen gün hayal kurmaktan biraz daha vazgeçiyoruz. Öyle çok büyük hayaller de değil bunlar; bazen bir nehrin kenarında balık tutmak, bazen de bir dostla sinemaya gitmek... Hayır, bu böyle gitmez! Daha insanca bir yaşamın hayalini de kuracağız, geleceğimizi çalan, bizi sömüren keneleri sırtımızdan söküp atmak için örgütlü mücadeleyi de yükselteceğiz.