
İki yıl önce bu günlerde, neredeyse tüm dünyada sokaklar boşalmış, meydanlar ıssızlaşmış ve kentlerin üzerine terk edilmişlik havası çökmüştü. Covid-19 küresel salgına dönüşürken, kapitalist sistemin egemenleri hastalığa çözüm üretmek yerine insanlığı bir korku tüneline itmeyi tercih ettiler. Hep bir ağızdan tekrar ediyorlardı: “İnsanlık tarihin en büyük felaketiyle karşı karşıya! Bu savaşı hep birlikte kazanacağız.” Topluma korku pompalanıyor ve insanlar paniğe sürükleniyordu. Çünkü asıl amaçları salgına karşı önlem almak değil, onu kapitalist sistemin büyüyen krizinin ve sorunlarının üzerini örtmek için bir şala dönüştürmekti. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” propagandası eşliğinde, kapitalist sistemin doğurduğu krizlere toplumun alışması gerektiği, şikâyet edilmemesi ve bunun “yeni normal” olduğu söyleniyordu. Henüz salgın ve onunla topluma işlenen korku son bulmadan, bu kez Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaşın çok yönlü etkisi dünyanın üzerine kara bulut gibi çöktü. Savaşın nasıl sonuçlanacağı bilinmezken, enerjiden gıdaya birçok alanda kriz baş göstermiş durumda.
İnsanın insanı sömürmesine dayalı kapitalist düzen sürekli krizler üretir ve o krizlerden beslenir: Ekonomik kriz, emperyalist savaş ve onun yarattığı yıkım, küresel göç krizi, iklim krizi, gıda krizi, salgın ve onun yol açtığı kriz, bir milyar insanın yaşadığı açlık krizi… Kapitalist sistem yaşlanmış, enerjisini büyük ölçüde tüketmiş ve tarihsel ömrünü doldurmuştur. Çünkü bu sistemde üretimin amacı tüm insanların karnını doyurmak; sağlıklı, mutlu ve barış içinde yaşayan bir toplum yaratmak değildir. Amaç bir avuç zengini daha fazla zengin etmek, onların sermayesini büyütmektir. Bu yüzden ne üretileceğine ve nasıl üretileceğine onlar karar veriyor. Böyle bir sistemin insanlığın ortak çıkarlarına aykırı olmaması, sürekli büyüyen çelişkiler ve krizler doğurmaması imkânsızdır. Varoluş sorunuyla karşı karşıya gelen sistem, çoklu organ yetmezliği yaşayan bir beden gibi sürekli şiddetli krizler üretiyor. Fakat her benzetmenin bir sınırı vardır ve çoklu organ sorunu yaşayan bir beden gibi kapitalizmin kendiliğinden iflas etmeyeceğini, çökmeyeceğini bilmeliyiz.
İnsanlığa giydirilen kapitalizmin deli gömleği dar geliyor ve insanlık bu sistemi taşıyamıyor. Mesela karşılıklı ekonomik bağımlılığın alabildiğine arttığı, üretim zinciriyle birbirine bağlanan tüm ülkelerin aynı anda nefes alıp verdiği bir dünyada, salgından savaşa tüm krizler anında küreselleşip insanlığı derinden etkiliyor. Batılı devletlerin Ukrayna’yı işgale girişen Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımların anında tüm dünyayı etkilemesi buna örnektir. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Batılı emperyalist güçlerin başlattığı ekonomik savaşın amacı, Rusya’nın ekonomisini çökertip onu dize getirmektir. Ancak Rusya petrol ve doğalgazdan buğdaya, gübreden maden yataklarına kadar dünyanın en önemli hammadde depolarından biridir. Avrupa Birliği ülkeleri gazın yüzde 40’ını Rusya’dan alıyor. Keza Ukrayna ile birlikte Rusya, dünyanın ama özellikle de Avrupa’nın buğday ambarı konumundadır. Otomobillerden cep telefonlarına kadar sanayide kullanılan paladyum ve nikel gibi önemli metallerin en büyük üreticisidir. Dolayısıyla Rus ekonomisine indirilen darbe aynı zamanda dünya ekonomisine de indirilmekte; enerji ve gıda fiyatları yükselirken savaşın ağır sonuçlarını yaşayan bir kez daha emekçiler olmaktadır.
Savaşın bir başka yıkıcı boyutunu ise göç oluşturmaktadır. Şu ana kadar Suriye, Irak, Libya, Yemen, Afganistan, Myanmar ve Afrika ülkelerinden on milyonlarca insan savaş nedeniyle başka ülkelere sığındı, mülteci haline geldi. Şimdi de Ukrayna’dan milyonlarca insan savaştan kaçarak komşu ülkelere sığınıyor. Gerek Batı’da gerekse Türkiye’de artan işsizliğin, düşen ücretlerin ve yoksullaşmanın sorumlusu göçmenlermiş gibi bir algı oluşturuluyor. Oysa milyonların doğdukları toprakları terk edip dilini ve kültürünü bilmedikleri ülkelere gitmesine neden olan savaştır. Savaşın kaynağında ise kapitalist sömürü düzeni vardır.
ABD emperyalizminin 2001’de Afganistan’ı işgal ederek başlattığı savaş, halka halka genişleyerek Ukrayna’yı de içine çekmiştir. Halkalar halinde ilerleyen bu savaşın yeni yöntem ve biçimlerle sürdürülen bir Üçüncü Dünya Savaşı olduğuna uzun zamandır dikkat çekiyoruz. Emperyalist sistemin en tepesinde bulunan ABD, bu konumunun sorgulanmamasını ve tüm devletlerin onun mutlak üstünlüğünü/hegemonyasını kabul etmesini istiyor. Oysa her emperyalist gücün amacı en tepeye tırmanarak dünya üzerindeki ekonomik ve siyasi etkisini/nüfuzunu arttırmak; enerji ve ticaret yollarını kontrol etmektir. Bu doğrultuda sürdürülen emperyalist rekabet iki kutba yol açmıştır: Birinci kutbun başını ABD ve İngiltere, ikinci kutbun başını ise Çin ve Rusya çekmektedir. Tam da bu nedenle, Rus ekonomisini çökertmeye çalışan ABD-İngiltere bloku, aynı zamanda Ukrayna’ya silah yığarak Çin’in desteğini alan Rusya’ya karşı dolaylı bir savaş yürütmektedir.
Elbette Rusya’nın Ukrayna’yı işgali emperyalist bir işgaldir ve kabul edilemez. Fakat Batılı emperyalist güçlerin ikiyüzlüce tutumu da mide bulandırıcıdır. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’yi yerle bir ederken bu ülkelere “özgürlük ve demokrasi” götürdüklerini söyleyen Batılı emperyalist güçler, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesini çılgınlık ve barbarlık olarak sunuyorlar. Oysa devasa bir savaş örgütü olan NATO’yu genişletip Rusya’yı kışkırtan onlardır. Dolayısıyla Batılı emperyalist güçler de, en az Rusya kadar suçludur.
Büyük kriz dönemleri; örgütsüz, kendini yalnız ve korumasız hisseden insanları çok daha fazla korkutur ve etkisi altına alır. Böylesi dönemlerde kurtarıcı arama eğilimi güçlenirken, kendini kurtarıcı olarak sunan düzenin otoriter liderlerinin etkisi artar. Oysa tarih, toplumları kurtarmak için bir kurtarıcı gelmeyeceğini defalarca göstermiştir. Eğer bir kurtarıcı gelip insanlığı kurtaracak olsaydı, şimdiye kadar insanlık yüzlerce kez büyük sorunlardan kurtulmuş olurdu. Kurtarıcı olarak sahneye çıkanlar, daima emekçileri yıkıma sürüklemişlerdir. Kurtarıcı aramak yerine, yaşadığımız her sorun ile dünyadaki büyük sorunlar arasında kopmaz bir bağ olduğunu, sürekli krizler üreten kapitalizm yıkılmadan insanlığın yüzünün gülmeyeceğini kavramak zorundayız. İşçi sınıfının önderlerinden biri, bir kurtarıcı gelmeyeceğini, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını söylemiştir. İşçi sınıfının Enternasyonal marşının bir dizesi şöyledir: “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.”
Fakat bunun için daha fazla bir araya gelmek, bir sınıf olarak örgütlenmek, dayanışmamızı güçlendirmek zorundayız. İşte İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs’a bu bilinç ve ruhla hazırlanmalıyız.