
“Kadınlarda politik ilişkileri muhakeme edecek sakin mizaç ya da zihin dengesi mevcut değildir. Kadınlara oy hakkı verilemez!” “Kadınların oy kullanmasına izin verirsek sosyal yapımızda kayıplar yaşanır. Zaten babaları, erkek kardeşleri ve kocaları tarafından yeterince temsil ediliyorlar.” “Oy hakkını bir kere verdik mi artık bunun önünü almak imkânsız olur. O zaman milletvekili, bakan ya da yargıç olma hakkını da talep ederler…” İzleyiciler mahkeme salonlarında, parlamento kürsülerinde, meydanlarda egemen sınıfın erkekleri tarafından söylenen bu sözleri dinlerken, kamera bir çamaşırhanede buharlar içinde durmaksızın çalışan kadınları gösterir. 1912’nin Londra’sında kadınların oy hakkı için verdiği mücadeleyi anlatan Diren filmi bu sahneyle açılır. Filmin kahramanı Maud, henüz 7 yaşındayken çamaşırcı olarak çok ağır koşullarda çalışmaya başlamış bir işçi kadındır. Kadınlar için oy hakkı uğruna mücadele eden kadınlarla tanışır, olaylar gelişir ve kendini parlamentoya bağlı bir komitenin önünde kadınların neden oy hakkı istediğine dair bir konuşma yaparken bulur. Komite başkanının son sorusu şudur: “Niye buradasınız?” Maud gözlerine dolan umutla cevap verir: “Düşündük… Yani biz… Bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmalı…”
Kadınlara oy hakkı verilmesinin “tehlikeleri” üzerine söylenen sözler bugün pek çoğumuza budalaca gelebilir. Bugün kadınlar oy kullanabiliyor, yargıç ya da milletvekili olabiliyor ve bu durum toplum tarafından yadırganmıyor. Elbette bu haklar önemsiz değildir. Ama yaşadığımız hayatı, artık başa çıkamadığımız sorunları düşündüğümüzde aslında hepimiz içten içe Maud gibi hissetmiyor muyuz? Emekçi kadınlar olarak cinsiyet ayrımcılığına uğramadığımız, eşitsizlikle ve can yakıcı sonuçlarıyla karşılaşmadığımız, şiddet görmediğimiz, emeğimizin değersiz görülmediği, evlatlarımızın geleceğinden endişe duymadığımız bir hayat yaşamak istemiyor muyuz? Gelgelelim dün oy hakkının “aşırı” ve “akıldışı” olduğunu savunan kapitalist ve erkek-egemen zihniyet bugün de bize kadınla erkeğin asla eşit olamayacağını, bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmadığını söylüyor!
Ezilenlerin talepleri söz konusu olduğunda egemenler tarih boyunca hep aynı tutumu göstermişlerdir. Onlar ezilenlerden yükselen talepleri bastırmak, boğmak isterler. Bu taleplerin kabul edilmesinin hatta ileri sürülmesinin bile kanun ve düzeni bozmak olduğunu, toplumun çivisini çıkaracağını, kaos yaratacağını söylerler. Tıpkı Maud’un komşuları tarafından ayıplanıp dışlanması, kocası tarafından kovulması örneğinde olduğu gibi emekçileri de bu yalanlarla zehirlerler. Hak aramayı gayrimeşru gösterirler. Çünkü toplumun esenliğinden daha önemli gördükleri kendi dar çıkarlarını, başkalarını ezerek, sömürerek elde ettikleri ayrıcalıklarını korumanın tek yoludur bu.
Mesela işgününü 12 saatten 8 saatte düşürmek için mücadele eden nice insan hapislere atıldı, 1887’de 4 işçi önderi bu nedenle idam edildi. Çocuk işçiliğin yasaklanması gerektiğini, çocukların fabrikalar yerine okula gitmesi, oyun oynaması gerektiğini söyleyenler 1900’lü yıllarda bile ekonomiyi batırmaya çalışmakla suçlanıyordu. ABD’de köleliğin kaldırılması ancak bir iç savaşın ardından 1865’te mümkün olabilmişti. Ama kölelik kaldırılsa da siyahlara yönelik ayrımcılık devam etti. 1955’te siyah bir kadın otobüste beyazlara yer verme kuralına uymadığı için “kamu düzenini bozmak suçundan” tutuklandı! Siyahlar, beyazlarla aynı okula gidebilmek, aynı tuvaletleri kullanabilmek için yıllar süren mücadeleler vermek zorunda kaldılar. Bugün ormanını korumaya çalışan köylülerden demokratik haklarını talep eden Kürt halkına, ücretlerini yükseltmek için grev yapan işçilerden eşitlik isteyen kadınlara kadar toplumun çok geniş kesimleri yine egemenlerin hedefinde değil mi? Egemenler haklarını talep edenleri kaos çıkarmakla, toplumun temellerini dinamitlemekle ve daha pek çok yaftayla suçlamıyorlar mı?
Unutmayalım ki bugün sahip olduğumuz, doğal hakkımız saydığımız hakların hiç biri bize altın tepsiyle sunulmadı, kendiliğinden bir hak haline gelmedi. Hepsi bizden önceki kuşakların büyük mücadelelerinin ürünü olarak ortaya çıktı ve bize miras kaldı. Bu talepler uğruna mücadele edenler çok büyük bedeller ödediler. İşte “hak verilmez, alınır!” sloganı tam da bu gerçeği anlatır. Bu gerçeğin farkına varan, hakları için mücadele edenlerle dayanışma içinde olan, korkularını bir kenara bırakarak hep birlikte “bu hayatı yaşamanın başka bir yolu olmalı” diyenlerdir insanlığı ileriye taşıyanlar. Onlar insanlığın onurlu, bilinçli, çalışkan evlatlarıdır ve gelecek kuşaklar için daha iyi bir yaşamın kapılarını açanlardır. Emekçi kadınlar olarak bizi ezen düzenin karşısında, insanlığın çalışkan evlatlarının saflarında yerimizi alalım.