Son dönemde iğneden ipliğe her şeye gelen zamlar, astronomik düzeylere çıkan kiralar, hayat pahalılığı biz işçilerin temel gündemi olmuş durumda. Çoğumuz ay sonunu getirebilmek için mesailere kalıyor, yoğun stres altında posamız çıkıncaya dek çalışıyoruz. Belki de bu stresi biraz olsun katlanabilir kılmak için kendi aramızda şakalara başvuruyoruz. Uzun, yorucu çalışma saatlerini çekilebilir kılmak, “akşamı etmek” için çalışma arkadaşlarımıza takılıyor, yerli-yersiz ne varsa alay konusu edebiliyoruz. Geçim derdi, zamlar, yoksulluk, hatta iş kazaları bile “geyik” konusu olabiliyor aramızda. Üzerine düşünmek, kafa patlatmak ağır geliyor biraz, hafife almak istiyoruz hayatı, hafife alıyoruz sistemi…
Bu sistem öyle şeyler yaşatıyor ki bize, işçiler olarak gerçekten de ağlanacak halimize gülüyoruz. Örneğin evine ancak ayda bir et giren işçi arkadaşımızın, “işyerinde döner çıktı diye su bile içmedim” demesi karşısında gülmekten kendimizi alamıyoruz. Veya iki vardiya üst üste çalışmak zorunda bırakılan işçinin tuvalette uyuyakaldığını anlatırken gülmekten yerlere yuvarlanıyoruz. Oysa bir an için durup düşünelim, gece-gündüz demeden, yarı aç-yarı tok çalışıp didinmenin karşılığı bu mu olmalı? Biz işçiler canımızı dişimize takıp çalışıyoruz, dünyayı var ediyoruz tüm gün. Ancak gün sonunda patronlar servetine servet katarken biz işçiler yoksulluğumuzun yarattığı trajikomik durumların içinde buluyoruz kendimizi. Gerçekten, emeğimizin karşılığı bu mu olmalı?
Kuşkusuz, en çok biz işçilerin ihtiyacı var gülmeye, eğlenmeye. Dostlarla bir araya gelmek, doğanın, denizin, Güneşin tadını çıkarmak her işçinin hakkı. Ancak tüm sene boyunca çalıştığımız halde pek azımız tatil yapabiliyor. Hatta yıllık izninde bile farklı işlerde çalışmak zorunda kalanlarımızın sayısı hiç de az değil. Yani biz işçiler gece gündüz demeden çalışıp üretiyor, her şeyi var ediyor, ancak hiçbir şeye sahip olamıyoruz. Bu sömürü sistemi bize ağır çalışma koşullarından, yoksulluktan, yoksunluktan başka bir şey sunmuyor. Biz bu sisteme karşı örgütlenmediğimiz, mücadele etmediğimiz sürece bu sorunların kendiliğinden çözülmeyeceği çok açık. O halde bırakalım bizi alıklaştıran bu ruh halini bir kenara. Anlamlı bir mücadele yürütebilmek için hayatı da sistemi de ciddiye alalım. Dönüp bir bakalım etrafımıza, gerçekten bizim hayatımızda şakaya yer var mı?
1980 öncesi dönemde maden işçilerinin mücadelesini konu alan Maden filminde, öncü işçi İlyas tam da böyle soruyordu Nurettin’e. Filmde, patronlar maliyet olarak gördüğünden gerekli iş güvenliği önlemlerinin alınmadığı madende sık sık iş kazaları yaşanmaktadır. İşçiler bir yandan kaza/kader diyerek sıranın kendisine gelmesini beklerken, diğer yandan maden sahasına kurulan panayırda oyunlara dalıp sorunlarından uzaklaşmakta, uyuşturulmaktadır. İlyas, bu oyunlara dalıp gerçekliğinden kopan Nurettin’e sertçe çıkışır. Nurettin’in “şaka ediyorsun değil mi ağabey?” sorusuna şu sözlerle yanıt verir: “Şaka edilecek zaman mı ulan? Bizim hayatımızda şakaya yer var mı? Biz bu dünyayı kuruyoruz ellerimizle, bunun şakası var mı haa? Tohumu toprağa atan biziz, bunun şakası var mı söyle? Söyle bana, demiri potada kim eritiyor, çeliğe kim su veriyor? Sen bütün bunları düşün!”