
Dünyanın bugünkü manzarasına baktığımızda kapitalist sistemin çürümüşlüğünün, yozlaşmasının kendini her alanda iyiden iyiye hissettirdiğini görüyoruz. Dünyaya hâkim olan ekonomik düzen çürüyüp lime lime oldukça toplum üzerindeki etkisi de bir o kadar daha açığa çıkıyor ve “yok o kadar da olmaz” diyeceğimiz şeyler normalleşiyor. Bir taraftan kapitalist sınıf pervasızlaştıkça pervasızlaşırken, diğer taraftan işçi sınıfının çalışma koşulları ağırlaşıyor ve yoksulluk derinleşiyor. Çalışmaktan kafalarını kaldıramayan işçiler yaşanan olaylara ve hak gasplarına tepkisizleşebiliyor. Bu da toplumda boğucu bir atmosfer yaratıyor. Kapitalizmin yarattığı yıkım karşısında özellikle gençlerde bir huzursuzluk söz konusu olsa da sınıf bilincinden yoksun aileler, evlatlarının mücadeleye katılmasından ürküyorlar. Gençleri bu şekilde koruyabilecekleri yanılgısına kapılıyorlar ve onları her türlü örgütlü mücadeleden uzak tutmaya çalışıyorlar. Böyle olunca “kendi paçasını kurtarma” anlayışı yaygınlaşabiliyor ve tam da bu anlayış paçayı kaptırmamıza neden oluyor.
Eminim ki mücadele etmeye niyetli her genç aynı şeyi işitmiştir ailesinden: “Sen kendi işine bak, sana ne elden?” “Dünyayı sen mi kurtaracaksın? Seni kullanırlar” vb. Peki bu aileler gençliğin önüne ne koyuyor dersiniz? Kocaman bir hiç. Kendi hayat deneyimim, defalarca kendi ailemin söylediklerini yalanlamış, örgütlü mücadelenin önemini defalarca ortaya koymuştur. Örnek vermek gerekirse, işçi sınıfına yönelik hak gasplarında ya da yaşanan depremlerde, yangınlarda aile çevrem kılını dahi kıpırdatmazken mücadele örgütümüz UİD-DER her konuda harekete geçmiştir. Bu gurur duyulacak bir şeydir.
Tabii bunu günlük hayatımızda da etimizle, kanımızla hissetmekteyiz. Kapitalizm toplumsal ilişkileri çürütürken gençleri de yoz bir yaşamın parçası kılıyor. Neredeyse uyuşturucunun girmediği mahalle kalmamış durumda. Bunun ailelere bir faturası yok mu? Aile içi güvensizliğin ve şiddetin artması, genç intiharları, cinnet geçirmeler ve depresyon da cabası… Hayatın boş ve anlamsız olduğu düşüncesi insanların zihnine kazınmakta. İstanbul Bağcılar’da bir gencin annesinin başını kesip balkondan aşağı atması, sadece bir kişinin ruhsal durumunun bozukluğuyla açıklanabilir mi? Bu ruhsal durum ülkedeki baskıcı rejimle, bu çürümüş sistemle, toplumun gereken tepkiyi doğru biçimde verememesiyle ilgili değil mi? Ya da 16 yaşında geri dönüşüm işçisi bir gencin İstanbul Yenibosna’daki işyerinde kendini asması, Altınşehir’de başka bir gencin önce 3 aile üyesini, sonra da kendini öldürmesi… Yani saymakla bitmeyecek cinnet haberleri, intiharlar, saldırılar… Bu gençleri korumak mı oluyor?
Kendi gemisini kurtaranın kaptan olduğu yalanının kofluğu defalarca ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfını türlü yalan ve vaatlerle meşgul eden egemenler sınıfımıza tam bir korku, kaygı, bencillik ve teslimiyet dayatmaktadır. Patronlar sınıfı topluma geniş çaplı ve çeşitli düzeylerde bir çürümeyi dayatırken, yoksullaştırıcı politikaların, kıdem tazminatının gasp edilmesi planlarının devrede olması birbiriyle ilişkilidir. Emekçilerin bir toplum gibi hareket etmesini, yani örgütlü olmasını istemeyen egemenler, böylece saldırılarını daha rahat hayata geçirebileceklerini biliyorlar.
Örgütlü mücadeleden uzak durduğumuz oranda sermaye sınıfının tam istediğini yapmış oluruz. İşte kendi geleceğimizi kendi elimizle karartmamak için örgütlenmeliyiz. Örgütlülük özgürleştirir. Doğaya, insana, tüm canlılara ve geleceğimize sahip çıkmayı öğretir. Örgütlü gençler egemenlerin yozlaştırma çabalarına karşı, dayanışmayı, mutluluğu, özgürlük ve kardeşlik dolu, savaşsız ve sömürüsüz bir toplumu inşa etmek için elini taşın altına koyar. Özgürlük türküleriyle meydanlarda yürür, “duysun sesimizi duysun dost düşman, meydanlarda birlik olmaya geldik, el ele kol kola omuz omuza özgürlüğün türküsünü dermeye geldik” diyerek!