Fransa, İngiltere ve Almanya’dan üç çocuk, dersliklerinde, tahta önünde, ayaktalar. Her biri uluslarının ebedi düşmanlarına öfkelerini dile getiriyor. Fransız çocuk “o kırmızı lekeyi haritadan silmeliyiz”, İngiltere’deki “barbarların kökünü kazımalıyız”, Almanya’daki “katil, cani ellerini kaldırıyor” diyerek aynı nefretle konuşuyor. Ateşkes filmi bu sahneyle açılıyor. Resmi tarih bize der ki; Birinci Dünya Savaşı 1914’te bir Sırp milliyetçisinin Avusturya-Macaristan veliahtını öldürmesiyle başladı. Oysa Ateşkes filmine yansıyan gerçekler savaşın aslında çok önceden başladığını çarpıcı bir şekilde anlatır. Çünkü savaş topların, bombaların patlamaya başladığı andan çok önce başlar.İşçi ve emekçileri, gençleri, hatta çocukları savaşa ikna etmek, zihinleri milliyetçilikle felç etmek, düşmanlıkları bilemek savaşın önemli bir parçasıdır.
Alman işçi sınıfından dünyaya yayılan bir marşta şöyle bir söz vardır: “Kendileri konuşsalar halklar hemen dost olur.” Peki, 1914’te kışkırtılan, birbirlerini öldürmeye zorlanan halklar aracısız, önyargısız konuşsalardı ne olurdu?İşte gerçek bir hikâyeden uyarlanan Ateşkes filmi bu sorunun yanıtını veriyor.
1914 yılının son günleri… Savaştan önce sıradan birer insanken, şimdi öldürmek ve ölmek için emir almış üç farklı ulustan yüzlerce askerin olduğu bir cephedeyiz. Fakat o gün farklı bir gündür. Evlerinden ve sevdiklerinden uzakta olan, cephe hattındaki siperlerine sığınan Alman, Fransız ve İngiliz askerler sessizce Noel kutlamaktadır. Üç siperde duygular ortaktır. Bir saldırı olabileceği düşüncesiyle tetiktedirler ama o gün savaşı unutup insan olduklarını yeniden hissetme ihtiyacı ağır basmaktadır. Sonra büyülü bir an yaşanır. Alman siperlerinden bir şarkı yükselir, İskoçlar gayda denilen enstrümanlarıyla şarkıya eşlik ederler. Derken siperlere sığınan askerler şaşkın, umutlu gözlerle kafalarını siperlerden çıkarırlar. İşte müziğin etkisiyle askerlerin birbirleriyle ilk temas ettiği, düşmanca duyguların kırılmaya uğradığı andır o an. O gece siper komutanlarının kararıyla bir gecelik ateşkes ilan edilir. “Düşman askerler”, birbirlerine benzeyen “insanlar” olarak yeni yılı birlikte kutlarlar.
O gece sigaralar, çikolatalar, içkiler değiş tokuş edilir siperler arasında. Farklı diller konuşmalarına rağmen kolaylıkla anlaşırlar askerler. Espriler yapılır, dertleşilir. Kimi askerler birbirlerine eşlerinin, çocuklarının fotoğraflarını gösterirler. Eve dönmek için birlikte dua ederler. Böyle bir geceden sonra savaşmak mümkün müdür? Bir asker durumu şöyle özetler: “Yarın ölmek dün ölmekten daha saçma!” Neticede birbirlerine düşman edilenler, birbirleriyle aracısız konuşmuş ve karşı siperlerde kendileri gibi birilerinin olduğunu kavramışlardır. “Bir gecelik” denilen ateşkes sabah da devam eder ve siperler arasında şöyle konuşmalar geçer: “Topçu birliğimiz size ateş açacak, bizim sipere sığının!” Üst rütbeli komutanlar bu üç siperde yaşananları öğrenene kadar bu böyle sürüp gider…
Fransız egemenler savaşmaya devam etmelerini sağlamak için siper komutanının babasını cepheye gönderirler. Babası tarafından aşağılanan, hainlikle suçlanan siper komutanı ortak duyguları şöyle özetler: “Doldurulmuş hindileri mideye indirip şarap içerek ‘Almanları öldürün’ diye haykıranlardan daha yakın hissediyorum kendimi Almanlara!” Farklı uluslardan olsalar bile asker kılığına sokulup ölüme gönderilen emekçiler aslında birbirinin kardeşidir ve hepsinin ortak düşmanı kendi egemenleridir.Ateşkes filminin anlattığı bu olay ve Fransız siper komutanının sözleri bu yalın gerçeğin ifadesidir.
Aslında halkların birbirlerine karşı bir husumeti yoktur. Yoksul emekçilerin düşmanlık için bir nedeni de yoktur. Düşmanlığı kışkırtan egemenlerdir. Dünyayı parsel parsel bölüşmüş egemenler, kendi çıkarları için başka halklardan emekçileri bize düşman belletirler. Neticede çıkan savaşlarda yoksullar ölür, zenginler semirir. Silah tekelleri başta olmak üzere kapitalistler kârlarını katlarlar. Fransız yazar Anatole France, yaklaşık 100 yıl önce şöyle demişti: “Vatan için öldüğünü sanırsın ancak sanayiciler için ölürsün.”
Birinci Dünya Savaşında 20 milyon, İkinci Dünya Savaşında 70 milyon insan öldü. Peki ya Ukrayna’dan Filistin’e, Yemen’den Sudan’a, Suriye’den Lübnan’a bugün yaşananlar? Bu akıldışı sistem, tüm çürümüşlüğü ve gericiliğiyle birlikte dünyayı bir insan mezbahasına çevirmiş durumda. Bu mezbahada neden sadece yoksulların çocukları savaşa sürülüyor? Neden sadece yoksulların ocağı sönüyor, onların sıvasız evlerine acı haber geliyor?Kimi sorular vardır, en açıklayıcı cevaplardan daha açıklayıcı cevaplar taşırlar içlerinde. O halde hep birlikte sormaya, sorgulamaya devam edelim. Bize asıl düşman olan kim?