
Metal fabrikasında çalışan bir çırak olarak, bir grup işçi abimle sohbetimizi sizlerle paylaşmak istedim. Biliyorsunuz, sendikalı metal fabrikalarında MESS’le yapılan toplu sözleşme görüşmeleri tıkandı ve bazı fabrikalarda grev tarihleri belli oldu. Biz çıraklar sendikaya üye olamıyoruz. Ama abilerimizin vardiya giriş çıkışlarında attığı sloganlara katılıyor, bir saatlik iş durdurma eylemlerine destek veriyoruz. Bir gün yine iş durdurma eyleminde bütün işçiler fabrika bahçesinde toplandı. Sloganlar atıldı, yapılan konuşmalarda neden greve çıkılacağı hatırlatıldı. Sonra işçiler arasında sohbet halkaları kuruldu. Ben de bir halkaya dâhil olup abilerimi dinlemeye başladım.
Bir işçi abimiz, son günlerde domuz gribi ve influenza salgınının nasıl arttığını çeşitli örneklerle anlattı. Sonra da Covid-19 salgınının yaşandığı günleri hatırlatıp pandeminin insan nüfusunu azaltmak için ortaya atılan bir senaryo olduğunu söyledi. Evet, Covid-19 pek çok yere yayılan ve çok fazla insana bulaşan bir virüstü. Ama amaç insan nüfusunu azaltmak idiyse tek amaç bu muydu? Pandemi gerekçesiyle yapılanların nedeni gerçekten pandemi miydi? İnsanların evlere kapatılmasının, yaratılan korku ve panik havasının gerçek nedeni pandemi miydi? Ortada kurgulanmış pek çok şey olduğu doğruysa da bunun amacı insan nüfusunu azaltmak mıydı gerçekten? Ben de sordum aklımdakini: “Pandemiye gerçekten insanları zehirlemek ve öldürmek için mi yoksa işçilerin tüm haklarını almak, toplumu korkuyla felçleştirip krizin yükünü sırtımıza yıkmak için mi gerek duydular?”
Çünkü 2023 yılında en az 1932 işçinin iş cinayetlerinde hayatını kaybettiğini öğrenmiştim. Diyarbakır’da 17 yaşındaki MESEM çıraklarından Ömer’in nasıl hayatını kaybettiğini, Kocaeli’de 15 yaşındaki Ömer’in staj yaptığı atölyede dökülen tinerin parlaması sonucu nasıl yandığını ve diğer yaşıtlarımı hatırladım. Sosyal medyada denk geldiğim bir haberi okudum abilere. “Çocuklarınıza süt içirmeyin!” başlıklı bir haberdi bu. İçeriğinde hayvanların eskisi gibi meralarda otlayamadığı ve yapay yemle beslendikleri, bu nedenle sütlerin de doğal olmadığı yazıyordu. Başka bir haberde, tavukların normal şartlarda birkaç ayda yetiştiği ama günümüzde civcivlerin kırk günde yetişip kesime gönderildiği yazıyordu. Eskiden toprağa ekilen bir tohumun yetişip, ürünün hasat edilmesinden sonra büyüklerimizin bir sonraki ekim için tohumluk ayırdığını konuştuk. Şimdi ise tohum bir kere ekilip ürün alınabilen bir şeye dönüştü. Bu sohbetlerden sonra, bu dönüşümün aslında ne olduğunu, zaten toplum olarak bedenen ve zihnen zehirlenmeye devam ettiğimizi konuştuk. Sorun teknolojinin gelişmesi değil, nasıl geliştiği, kime hizmet ettiği. Sorun insan nüfusunun artması değil kaynakların tüm insanlar için kullanılmaması, belli bir insan grubuna, sermaye sınıfının insanlarına akıtılması. Sorun gıda üretiminin artması değil, tek amacın satmak ve kâr etmek olması, amacın sağlıklı, yeterli ve doyurucu gıda üretmek olmaması. Yaşadığımız sorunların kaynağının, bizi zehirleyen, öldüren, değersiz gören, emek gücümüzü bir meta olarak alıp satan şeyin esasta bu kâr düzeni olduğunu konuştuk.
Genç bir kardeşlerinin bu örnekleri anlatıp, her sorunun kaynağı olarak kapitalizmi işaret etmesi abilerimi biraz şaşırttı. Ama ben bunları UİD-DER’den öğreniyorum. Gerçekten de tüm bu örneklerin gösterdiği bir şey var: Sağlığımızın bozulmasının, doğanın tahrip olmasının nedeni patronların daha fazla kâr elde etmek istemesi. Metal işçileri grev diyor, neden? Çünkü ekmeği küçülüyor, yaşamı zorlaşıyor. Sağlıktan, doğanın güzelliklerinden, yaşamın nimetlerinden parası kadar yararlanabiliyor, yani yararlanamıyor. İnsan insanlıktan çıkıyor. Kâr için bunca şeyi yapan ve üzerine de bizi yanlış fikirlerle kandırmaya çalışan patronlara karşı gerçeklerin farkına varmazsak koşullarımız değişmez. Üreten, yaratan, her şeyi şekillendiren biziz. Bu koşulları değiştirecek olan da biziz.