
17 Ağustos 1999 gecesi Türkiye tarihinin en büyük felaketlerinden biri yaşandı. Kocaeli, Yalova, Sakarya, İstanbul ve Düzce’yi sarsan 7,4 büyüklüğündeki depremde 50 binden fazla insan hayatını kaybetti, çok daha fazlası yaralandı. Yüzbinlerce kişinin evsiz kaldığı depremde 100 binin üzerinde bina yıkıldı. Yerle bir olan kentler, enkaz altından yükselen “sesimi duyan var mı?” çığlıkları, yıkıntılar üzerinde sevdiklerinden bir haber bekleyen çaresiz ve acılı on binlerce insan dönemin siyasi iktidarı tarafından tek başına bırakıldı. Devletin bu tutumu, yaşanan yıkım ve acılar ne ilkti ne de son oldu.
Türkiye nüfusunun yüzde 96’sının deprem riski altında bulunan bölgelerde yaşadığı, ortalama her 1,5 yılda bir yıkıcı depremler ile karşı karşıya bulunduğumuz gerçeği iktidar sahipleri tarafından umursanmadı. 17 Ağustos depreminden sonra Bingöl, Van, Elazığ ve İzmir depremlerinde 1070 kişi hayatını kaybetti. 6 Şubat depremleri ise Marmara depremini geride bırakacak kadar büyük bir yıkıma yol açtı. Resmi rakamlara göre 62 binin üzerinde gerçekte ise yüz binden fazla insan hayatını kaybetti. Her depremden sonra benzer konuşmalar yapıldı; “bu son olsun” denildi, önlem alınması istendi. İktidar sahipleri her şeyin kontrolleri altında olduğunu söyledi, muhalif sesleri bastırmaya çalıştı. Bir yandan dayanışma çağrısı yapılırken diğer yandan emekçilerin, sosyalistlerin dayanışması engellenmeye çalışıldı. Deprem fırsatçılığı da eksik olmadı. 1999 depreminden hemen sonra deprem vergisi olduğu söylenen Özel İletişim Vergisi getirildi, AKP iktidarı bu vergiyi almayı sürdürdü. Daha sonra vergilerin nereye gittiği sorulduğunda “duble yollar yaptık”, “kimseye hesap vermek zorunda değiliz” denildi. Zamanla İstanbul’un birçok noktasına konulan deprem konteynırları kaldırıldı, toplanma bölgeleri imara açıldı.
Ne 17 Ağustos depreminden ne de 6 Şubat depremlerinden sonra sorumlular hesap verdi. Yeni evler yapma sözü ile insanlar oyalandı, aldatıldı. Yasa ve yönetmelikler ya kâğıt üstünde kaldı ya da çıkartılan imar aflarıyla etkisiz hale getirildi. Rüşvet, torpil, liyakatsizlik, iş bilmezlik, rant ve talan hırsı devlet kurumlarının alametifarikası oldu. Bina denetimlerinin büyük oranda kâğıt üzerinde yapıldığı depremlerin yıkıcı etkisiyle ortaya çıktı. Depremler sonrası arama kurtarma çalışmaları organize edilemedi, depremzedelere yardım çok geç ve yetersiz ulaştı, Kızılay çadır sattı, deprem için toplanan paraların akıbeti açıklanmadı.
Hesap vermesi gerekenlerin hesap sormaya kalkıştığı, cezasızlık politikasının hâkim olduğu, insan canının rant uğruna hiçe sayıldığı, doğanın, emeğin talan edildiği bir düzende yaşıyoruz. Yalnızca depremlerde değil iş cinayetlerinde, sellerde, yangınlarda ölenlerin sayısı artıyor, acılarımızın üzerine yeni acılar ekleniyor. Bu acılar yetmezmiş gibi depremlerin ardından hayatta kalanların arazilerine el konuluyor, depremde yıkılmayan evleri başlarına yıkılıyor, kaybettikleri yakınları için adalet arayanlar cezalandırılıyor. Öyle bir çürümüş düzenle karşı karşıyayız ki depremde ölenlerin kimlikleri kopyalanıyor, sahte diploma çeteleri kol geziyor.
Yağma ve talan hırsının her şeyin önüne geçtiği, toplumun baskı ve zorbalıkla sindirildiği, bu nedenle hesap soramadığı bir düzende adalet de önlem de olmaz. Böyle bir düzende kanunlar, yönetmelikler, adliye sarayları, mahkemeler hep güçlüleri, para babalarını, sermaye sınıfını korumak için işletilir. Cezasızlık sermaye sınıfı ve iktidar sahipleri için vardır. Adalet isteyen, hak arayan emekçiler ise cezalandırılır, susturulmaya çalışılır. Bu kara tabloyu tersine çevirmenin kolay bir yolu yok ama bunu yapmak mümkün. Ne kadar zor görünürse görünsün yaşanan acıların hesabını sormanın, yeni acıların önüne geçmenin tek bir yolu var: Birlik olmak, örgütlenmek!