16 senedir görmediğim bir arkadaşım vardı. Büyük bir tesadüf eseri telefon numarasına ulaştım. Kendisi okuldan arkadaşım ve görme engelli. Sevinçle telefona sarıldım ve aradan hiç zaman geçmemiş gibi sohbete başladık.
Onunla konuşma şansı bulduğum için çok sevinçliydim. Ama sohbetimiz hiç de iç açıcı konulardan olamadı. Aradan geçen zamanda neler yaptığını sordum ona. Üniversiteyi kazanmış. Maddi sıkıntılara rağmen derslerine dört elle sarılmış. Ama okuldaki hocaları okulu bitirmesine izin vermemişler. “Sen görmüyorsun, ne işin var bu okulda?” demişler. Torba yasa ile gelecek olan öğrenci affından bahsetti. “Beni affedip okula geri alacaklarmış ama aynı torba yasada özürlülerin çalışmasına ilişkin hükümler var. Kimse beni çalıştırmak istemeyecek. Zaten bugüne kadar hiçbir işte çalışamadım. Geçen sene hükümet 50 bin özürlüyü işe alacağını söyledi ama 3 bin kişiyi bile almadı. Torba’dan sonra bizi kim işe alır?” dedi. Sıkıntılarını anlatmaya devam etti.
Sağlam insanların iş bulamadığı bir ülkede özürlü olduğu için iş bulamamanın onu çok şaşırtmadığını ama çok öfkelendirdiğini anlattı uzun uzun. “Torba torba yasa çıkarıp çuval çuval sömürüyorlar, Tunus gibi, Mısır gibi bir şeyler olmalı, yoksa boğulacağım” dedi.
O bunları anlatırken ben onun ilk gençlik dönemlerini, o yıllarda beraber kurduğumuz hayalleri hatırladım. İşçi sınıfının tüm bireylerinin hayatının nasıl soldurulduğunu düşündüm. Arkadaşım renkleri göremiyor. Hayatında hiçbir renk yok. Çünkü tüm renklerini soldurmuşlar. İşçilerin hiçbirinin hayatında renk yok.
Biz işçiler kendimiz için mücadele etmeliyiz. Hayatımızın renkleri solmasın diye kaldırmalıyız başımızı. O baş ki torbalara sokulmak isteniyor. Ama o torbalar onları çıkaranların başında patlayacak.