Buradasınız
Fotoğraf, Film, Şiir ve Şarkılarla Emek, Tarih, Yaşam / 2
17 Mayıs 2020 - 11:30
12.25
Güneşin Sofrasındayız
Nâzım Hikmet’in doğumunun 100. yılında, Genco Erkal’in yazıp yönettiği “Nâzım’a Armağan” oyunu İKSV’nin düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılışında gösterildi. Nâzım Usta’nın Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü’sünü bir de onlardan dinleyelim.
12.45
1910 yılında Bursa’da ipek işçileri… Aralarında çocuk işçiler de var. Çocuk oldukları için olsa gerek gizleyememişler acılarını. Sıkıntıları yüzlerine yansımış. Yetişkin işçilerin yüzlerindeki gülümseme ise belki sadece fotoğrafçı deklanşöre basana kadardır…
Kadın ipek işçileri hayatlarını “biz o perişan çiçeklerdeniz ki baharı görmeden güz yapraklarına döneriz” diyerek anlatırlar. İpekçi kızlar yaşamlarının tüm zorluklarına rağmen kendilerine çizilen bu kadere boyun eğmezler. 1908 grevlerinden de etkilenerek çalışma koşullarını düzeltmek ve ücretlerini arttırmak için mücadeleye atılırlar. Önce Bilecik ve Adapazarı’ndaki 1000 ipek işçisi greve çıkar. Direniş rüzgârı kısa sürede Bursa’yı da etkisine alır. 1910 yılının Ağustos ayının başlarında Bursa’da 3 bin ipek işçisi grevdedir.
Uludağ’ın eteğinde bir cehennem şehir var
Bir şehir ki burjuvalar Yeşil Bursa diyorlar hayda hay
Dar sokaklarında gezer işsizlik ve yoksulluk
Fabrikalar ipek boyar genç kızların kanıyla hayda hay
Biz çıkarız Uludağ’a bir kucak odun için
Onlar çıkarlar oraya zevk için sefa için hayda hay
İşçi köylü meydanında uzatarak elini
Mustafa Suphi yoldaşın dikeceğiz heykelini hayda hay
Yeşil Bursa kurtulacak, Kızıl bursa olursa
Olursa değil mutlaka Kızıl Bursa olacak hayda hay…
1911 yılında İskeçe’de tütün işçileri. En önde kız ve erkek çocuk işçiler görülüyor. Osmanlı’da başta tütün, dokumacılık ve madencilik olmak üzere çok çeşitli alanlarda çocuk işçi çalıştırıldı. Tütün işçiliğinin başını Selanik çekiyordu. Mevsimlik işçi olarak çalışan tütün işçisi kızlar, yılın geri kalan döneminde zengin ailelerin yanında hizmetçi ve çamaşırcı olarak çalışıyordu. Çocuklar ve kadınlar çok uzun saatler çalıştırılıyor ve erkek işçilere nazaran çok düşük ücret alıyorlardı. 1911 yılında çıkarılan “müessesat-ı sınaiye erkek ve kız çocukları ile kadınların çalıştırılması hakkında kanun” ile 12 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaklanmış, 12 yaşını dolduran çocukların çalışması için ise doktor izni şart koşulmuştu. Ayrıca 17 yaşından küçük çocukların günde en fazla 9 saat çalıştırılması ve bu süre zarfında en az bir saat (tek seferde veya parçalı olarak) dinlendirilmeleri zorunlu tutulmuştu.
Osmanlı döneminde İzmir’de halı dokuma atölyesinde çalışan kız çocukları ve kadın işçiler… Denizli, Uşak, Kastamonu, Tokat, Lübnan… Binlerce dokuma işçisinin çalıştığı bu bölgelerde kadın dokuma işçilerinin sayısı erkeklerden daha fazlaydı.
13.00
İşçi Kız
1960-1980 arası dönemde Türkiye işçi sınıfı mücadelesiyle patronlara kök söktürüyordu. Emekçi kadınlar, en öndeydi, çakmak çakmaktı gözleri, dimdikti başları. Grevlerde, direnişlerde, mitinglerde erkek işçilerle omuz omuza veriyor, egemenlerin oyunlarını birlikte bozuyorlardı. Dayanışmanın, örgütlü olmanın önemini derinden kavrıyorlardı. Bu durum Türkiye işçi sınıfının gücüne güç katıyordu. Bilinçlenen kadın ve erkek işçiler sömürüyü ortadan kaldırmak gayesiyle kızıl bir ufka doğru birlikte yürüyorlardı. İşte o yıllarda dilden dile söylenen “İşçi Kız” türküsü tam da bunu anlatıyordu.
14.30
1961 yılının son günü… İstanbul Saraçhane… Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi mitingi… Dönemin mücadeleci sendikaları tarafından düzenlenen mitinge katılan işçiler, gençler, emekçi kadınlar taleplerini yükseltiyorlar. Belki farkında değillerdi ama işçi sınıfının yükselen mücadelesinin işaret fişeğini atmışlardı. Yıllar süren suskunluk yerini giderek yükselen bir haykırışa bırakacaktı. Bu kitlesel mitingle muazzam bir özgüven elde eden işçiler, zamanla “biz başka dünya isteriz” dediler.
Yıl 1963, Ocak ayının sonu... İstanbul’un İstinye semtinde bir Kablo fabrikasının, meşhur Kavel’in önü! Fotoğrafta grev hakkını grev yaparak kazanan ve Türkiye işçi sınıfına emanet eden Kavel işçileri var. Kimisi çocuk daha! Kavel Palas olarak adlandırmışlar grev çadırlarını, bir özgürlük anı, bu yüzden onlar için orası eminiz ki kâinatın en rahat yeri! Karakışın ortasında bulup bulabilecekleri en sıcak mekânda ısınıyor Kavel işçileri… Sadece bacası görünen sobayla değil en çok da dayanışmanın ve mücadelenin yürekleri tutuşturan ateşiyle.
1960'larda işçi sınıfı var mı yok mu diye bir tartışma yürürken işçiler sendikal mücadeleyi büyütüyordu. Sınıfın olmadığını savunanları, onun varlığını gizlemeye çalışanları hicveden bir karikatür.
Kavel grevcilerinin açtığı yoldan kimler yürümedi ki? Berec grevi döneme damgasını vuran işçi eylemleri zincirinin önemli halkalarındandır. Yıl 1964… Yer İstanbul Taşlıtarla, bugünkü adıyla Gaziosmanpaşa… Berec Pil Fabrikasında çalışan çoğunluğu kadın, 1100 işçi dönemin mücadeleci sendikalarından Petrol-İş’e üyedir. Kavel işçilerinin ayak izlerini takip ettiler. 41 gün süren Berec grevi, sendikanın tüm olanaklarını seferber etmesiyle, işçilerin muazzam kararlılığı ve enerjisiyle kazanıldı. Sınıf tarihimize ilklerin grevi olarak geçti Berec! Bu de1nli kitlesel ilk grev… Petrol-İş’in ilk grevi… Çoğunluğu kadın işçilerin oluşturduğu ilk grev… Kadın işçilerin grev gözcülüğü yaptığı, o onurlu gömleği ilk kez giydiği grev…
Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı adlı oyununu izleyen Berec grevcisi kadınların yorumları:
“Ben Münevver Kaya. 19 yaşındayım, 6 yıldır Berec’te çalışırım. 10 günde 120 lira kazanırım... Sinemaya, eğlenceye parayla gidilir. Biz hep borçluyuz. Borçtan kurtulmadan eğlence olur mu?”
“Ben Ayşe Gaytan. Dulum. 10 günde 100 lira alırım. Beş çocuğum, anneme ve kardeşime bu parayla bakarım. Çocuklarımı maalesef mektebe gönderemiyorum.”
“Ben Fevziye Sert. 5 yıldır burada çalışırım. 10 günde 105 lira kazanırım. Bizim aile 7 kişidir. Yalnız ben çalışırım. Babam ihtiyar. Mevsimlerden ilkbahar ve yazı severiz. Bu mevsimlerde ısıtma derdinden kurtuluruz hiç olmazsa, çıkıp biraz hava alabiliriz kırlarda. Ve kırlardan topladığımız otlarla yemek yapabiliriz.”
“Ben Safiye Sarafoğlu, 17 yaşındayım. Kazancım 10 günde 85 liradır. Kömür dairesinde çalışırım. Vücudumu arapsabunu ve talaş karışımıyla yıkarım...”
Ara Güler bu fotoğrafı 1968 yılında çekti. Bir pamuk tarlasının hasadı henüz tamamlanmış, bir köşede aç karınlarını doyuran kadınlarımız duruyor. Kimi tebessüm ediyor, kimi objektife tedirgin bakışlar fırlatıyor. Fotoğrafçı deklanşöre basar basmaz, hemen yanlarından az önce yükledikleri traktör geçecek. Alınlarının terinin karıştığı tonlarca pamuk birilerini giydirecek, birilerini zengin edecek Tonlarca pamuğu yükleyen eller ise, mütevazı bir yer sofrasında küçücük ekmeği kavrıyor. Çukurova’nın bereketi onların bu ellerinden şeklini alıyor.
Parmaklığın Ötesinden, Rıfat Ilgaz
Göremedik sıkıntısız yaşandığını,
Rahatın şiirini yazamadık,
Ne kadar uzak
Heveslerimle içli dişli yaşamak,
Üzmek hastalıklı şiirlerle
Eşimi, dostumu;
Mezar taşları kadar, ölçülü
Beyitler düzmek boy boy.
İçliyimdir herkes kadar,
Düşündürür beni de şu gökyüzü,
Kuş cıvıltısı, nar çiçeği…
Geçtik bir kalem üzerinden.
Huyumdan ettiniz, Cibali Kızları,
Sekiz düğününden önce
Penceremin altından geçenler,
Saçları dağınık, gözleri uykulu,
Çoraba, tütüne gidenler,
Beni huyumdan ettiniz!
Yorgun gözlerinizdeki acıyı
Dert edindim kendime.
Saçlarını tezgahına yolduranları,
Sıtma gebesi tazeleri görmeseydim,
Boşuna harcayacaktım sevgimi.
Şimdi şu parmaklığın ötesinde kaldı
Bütün çalışanlar;
Teker teker sökülmüşüz toprağımızdan,
Havamızdan, suyumuzdan olmuşuz.
Yaşamaktayız aynı çatının altında
Daha mahzun, daha hesaplı.
Rahat günlerin işçisi olacaktık,
Rahat günlerin şairi:
Bir çift sözümüz vardı
Nar çiçeği, gül dalı üstüne,
Dudaklarımızda kaldı!
Güneşin insanın tenini kararttığı, pamuğu beyazlattığı topraklarla doludur Çukurova… Pamuk sıcak yeri sever. Güneş yükseldikçe tepesinde Çukurova’nın, tarlalar kavrulur. Kavrulur toprak… Hele bir de zamanında kana kana içmişse mübarek suyunu Ceyhan’ın yahut Seyhan’ın… Bağrından bereket fışkırır toprağın, bembeyaz pamuk fışkırır. Bir beyazdır ki o, gökyüzü bulutundan utanır da yağmurunu aylarca serpemez yeryüzüne. O vakit Çukurovalı ırgatların alın teri sular o toprakları. Çukurova alın teriyle sulandığı için bereketlidir, bilenler bilir.
Yıl 1968. Emekçi kadınlar çocuklarıyla birlikte “Kuşların Bile Yuvası Var!”, “Gecekonduda Biz, Teşvikiye’de Siz”, “Hep Size, Bize Yok mu?” dövizleriyle yürüyüş yapıyorlar. Hem konut hakkı talep ediyor, hem de gelir adaletsizliğine öfkelerini dile getiriyorlar.
16.25
Elleri nasırlı, alınları terli, ekmek kavgaları büyük olan işçilerin ezgileri, ağıtları, marşları yüreğimize işler. Tıpkı Uludağ’ın eteğindeki Bursa’da fabrikaların genç kızların kanıyla ipek boyadığını anlatan Yeşil Bursa Marşı gibi… Genç kızların, çocukların, tüm işçilerin yüzü gülsün diye Yeşil Bursa, Kızıl Bursa olmalı. Yalnızca Bursalı işçiler değil dünyanın tüm işçileri daha güzel bir dünya için birleşmeli.
17.20
1983 Brezilya, Serra Palada altın madeni… Bu madende insanlık nerededir? Burası nasıl bir yerdir? Bu madenleri görenler, bu madencileri görenler kapitalizme lanet etmez mi? İnsanlığından utanmaz mı?
Para! Çirkini güzel, karaktersizi erdemli, soysuzu soylu, korkağı yiğit, aptalı zeki, güçsüzü güçlü yapan para!Shakspeare, Atinalı Timon adlı tragedyasında paranın ya da özel mülkiyetin insan ruhunu nasıl ele geçirdiğini, insan ilişkilerinin nasıl bozulup bencilliğin hâkim olduğunu çarpıcı bir şekilde betimler:
“Altın! Sarı, pırıl pırıl kıymetli altın.
Bunun bu kadarı karayı ak, çirkini güzel,
Eğriyi doğru, alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder.
... Ah tanrılar, neden bu? Bu nedir tanrılar?
Bu sizin rahiplerinizi, hizmetkârlarınızı yanınızdan kaçırır;
Güçlü kuvvetli adamların başı altından yastıklarını çekip alır.
Bu sarı köle din de kurar, din de bozar;
Lanetiyle hayır dua kazandırır.
Bembeyaz cüzzamlıya herkesi hayran bırakır.
Hırsızları mevki sahibi eder;
Senatoda yeri olan azalarla beraber,
Onlara da unvan ve itibar verir.
Geçkin dullara bir kere daha koca bulduran budur.
... lânetlik...,
İnsanlığın orta malı, ... maden.”
Yoksulluğun yükü yetmezmiş gibi, bir de omuzlarında 50 kiloluk çuvallar... 400 metre yükseğe taşıyorlar çuvalları. Çuval başına sadece 20 cent alıyorlar. Köle gibi çalışıyorlardı. Bir kenara su içmek için oturmak suçtu mesela... Serra Palada’yı fotoğraflayan biri şöyle diyordu; “Orada çalışanların hiçbiri köle değildi. Kölesi olunan tek şey patronların zengin olma arzusuydu.” Bu köleleştiren arzu, Serra Palada maden işçilerini insana özgü bir hayvanat bahçesinde çalışmaya mahkûm ediyordu.
Bakıldığında şüphesiz bir esir kampını andıran bu kare aslında bir altın madenini yansıtıyor. Fotoğraftaki insanlar da maden işçileri, yer Brezilya… Serra Palada madeni, 1980’lerin Brezilya’sında büyük acıların, çaresizliklerin ve kaosun yaşandığı bölgelerden biri olmuştur. Yaklaşık 100 bin maden işçisinin ekmek teknesidir bu çukurlar... Yaklaşık 100 bin modern köle, ekmeğini bu çukurlardan çıkarır. Maden işçileri her ay aralarından onlarcasını yitirirler burada, sonra gömerler toprağa.
Peki, objektife yakalanan bu işçi? Altın mı arıyor, yok hayır mezar kazıyor sanki... Bildiğimiz şu ki ya devamlı kendi mezarını kazacak işçiler ya da kapitalizminkini!
18.40
Altı kara, üstü yeşil Zonguldak… Kara elmas diyarı Zonguldak… Zonguldak deyince, haliyle insanın aklına kömür ve kömüre bürünmüş işçiler geliyor. Maden ocağının dibinde yalnız birbirinin dermanı olduklarını bilir Zonguldaklı işçiler… Biliriz ki maden ocağının üstünde de birbirinin dermanı olduklarını kavradıklarında durum değişecek! Kömür gibi tutuşacak gelen gün; son bulacak sömürü, yücelecek insanlık.
1940 yılında devlet Milli Korunma Kanunu adı altında bir yasa çıkardı. İnsanlar bu yasayla zorunlu çalışmaya mahkûm edildiler. Adına mükellefiyet denilen bu karabasan, II. Dünya Savaşıyla birlikte yoksul köylünün kapısını ikinci kez çalmış olacaktı. Zonguldak, Kütahya, Manisa… Mükellefiyet maden bölgelerinde yine büyük acılara ve ölümlere sebep oldu. On binlerin zorla madenlere indirildiği, kölelik koşullarında çalıştırıldığı bu dönem; Nida Ateş tarafından derlenen “Mükellef İlan Oldu” ağıdında da anlatılır.
Rivayet o ki Roma İmparatorluğu’nda babasının zulmünden kaçan Barbara isimli genç bir kadın, İzmit yakınlarındaki bir madene sığınır. Babası Roma’nın üst düzey yöneticilerinden biridir, zenginliği kadar zorbalığıyla da ünlüdür. Zulmün ne demek olduğunu, sırtlarında şaklayan kırbaçlardan bilen madenciler ise kendilerine sığınan Barbara’yı koruma altına alırlar, onu saklarlar. Uzun süre koruyamasalar da genç kızı, hatıralarından ne zalimin zulmünü ne de Barbara’nın anısını silerler. Gel zaman git zaman, Barbara’nın ruhunun kendilerini koruduğuna, koruyacağına inanır olmuş madenciler…
Kaderleri ortak emekçiler, farklı dillerde de olsa aynı acıları anlattıkları ağıtlar yaktılar tarih boyunca. İspanyol Asturyas madencilerinin ağıtı olan “Santa Barbara Bendita” buna örnektir, Anadolu köylüsünün “Mükellef” ağıtına benzer. İspanyol bir madencinin, ölen arkadaşları üzerine hissettiği acıyı karısına anlatışını konu alır Santa Barbara Bendita... Kendisi de yaralanmış ve gömleği ölen dört sınıf kardeşinin kanına bulanmıştır madencinin. Katliamın üzerinde yarattığı etkiyi anlatır durur karısına, koruyucu olarak bildikleri Santa Barbara’ya kardeşlerini korumadığı için sitem eder.
Anlatırlar ki 1999 yılında, 16 Ağustos’u 17 Ağustos'a bağlayan gece beşik gibi sallanmış İstanbul, İzmit, Yalova, Bursa… Bir yandan diğer yana beşik gibi sallanıp durmuş Marmara… Burnu bile kanamazken varsılların, yıkılmış evleri başlarına yoksulların… “Devlet Baba” ise ortadan kaybolmuş.
Yine anlatırlar ki yoksullar çoluk çocuk, kadın erkek ellerine ne geçtiyse kazmaya başlamışlar. Sevdiklerine ulaşmak için tırnaklarıyla kazımışlar, kazımışlar... Güçten düşenler, yaralılar, yaşlılar çaresizce çökmüş dört bir yana… Günler geçtikçe umutlar tükenmiş, Marmara’dan yürekleri dağlayan ağıtlar yükselmeye devam etmiş.
Derler ki sonra büyülü bir an yaşanmış. Ağıtlar ve hıçkırıklar yavaş yavaş dinmiş, gözyaşları kesilmiş. Kulaktan kulağa fısıltı dolaşmaya başlamış. Başını çeviren anlamış fısıltının nedenini; kör karanlığı yırtan ışık huzmelerini takip etmeye koyulmuş tüm gözler. Fısıltılar, umutlu bir haykırışa dönüşmüş; “Madenciler, Madenciler Geliyor!” Madenciler… İşçi sınıfımızın ağır başlı kahramanları… Derler ki 99’da ölümün üstüne üstüne yürümüşler yine. Bu kez can vermek için değil; Marmara’nın yoksullarına, sınıf kardeşlerine derman olmak için. Olmuşlar da!
En az 301 maden işçisi Soma’da göz göre göre ölüme gönderilmişti. 301 baba, 301 eş, kardeş, evlat… Yitip gittiler tam altı yıl önce! 301 canın kapkaranlık dehlizlerde yitip gitmesini umursamadı zalim egemenler, işçilerin acısını zerre kadar umursamadılar… Onların serveti büyüsün diye 301 kişi ölmüşse ne olmuştu yani? Bu kaderdi, fıtrattı! Neden yükselmişti bu homurtular, bu öfkeli bakışlar kimin haddineydi? Bir kravat, bir parlak elbise, sivri bir kundura çirkince arzı endam etti sonra… Elbette unutmaz yediği o tekmeyi işçi sınıfı, unutmayacak.
İnsanın sureti, yaşamının derin izlerini taşır. Çaresizlik, acı, hüzün, kahır, yoksulluk… Nerede görsek biliriz biz bu izleri, tanırız. Na şurada, yüreğimizde hissederiz. Peki, nereden tanıyoruz bu iki insanı? Ayağında parçalanmış bir kara lastik vardı Recep amcanın… Ayşe teyze “oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı” demişti. Ermenek! Su baskınıyla yaşamı yarım bırakıp giden 18 madenciden yalnızca birinin, Tezcan Gökçe’nin ana ve babası. Peki, ne anlatıyorlar bizlere, ne diyorlar? Ağızları sımsıkı kapalı evet, peki gözleri? Gözleri ne diyor?
Zonguldaklı maden işçileri 1991 yılının Ocak’ında yanlarına eşlerini, çocuklarını, dayanışmaya gelen sınıf dostlarını da alarak Ankara’ya doğru yola çıktılar. Bu şanlı eylemin adı tarihe “Büyük Madenci Yürüyüşü” olarak yazıldı. Bu koca isim her ağızdan döküldüğünde bu fotoğraf akla gelir. Sonra tıpkı ocağın derinlerinden koparılan cevahir gibi iki sözcük kopup gelir yüreğin derinliklerinden, dilin ucuna oturur; “İşçi Seli”. O sel ki sınıf mücadelesinin çetin topraklarından aşındırdığı alüvyonları bereketli bir ovaya dönüştürdü. Bugün o topraklara UİD-DER’li işçiler umut ekiyor. Selam olsun sel olup akanlara! Selam olsun umut ekip zafer biçmeye çağıranlara!
20.45
Sınıf mücadelesi bir deniz gibidir. Suların geri çekilip denizin durgunlaştığı dönemler olduğu gibi, suların yükseldiği, dalgaların hırçınlaştığı dönemler de vardır. Yükselen mücadele yıllarında ölü toprağı silkinip atılır. Birbirinden kopuk işçileri birbirine bağlayan oldukça güçlü bir bağ kurulur. Böylesi dönemlere damgasını vuran bağ, her daim dayanışma ruhu olmuştur.
Tarihe Büyük Grev olarak geçen 1977-78 MESS Grevlerinde işçiler hakları için, güzel günler için çoluk çocuk demeden direndiler. Tırnaklarıyla, dişleriyle direndiler. Dayanışmayla kazandılar.
15 Aralık 1978’de Maden-İş’in “greve devam” kararı aldığı toplantının yapıldığı salonun duvarında asılı dev bir afişte yazan sözler:
DİRENDİM açlığa, zulme ve sömürüye
Güzel günler için DİRENİYORUM
Çocuğumla, eşimle
Tırnağımla, dişimle DİRENECEĞİM.
Maden-İş’in MESS’e karşı sekiz ay boyunca yürüttüğü grev zaferle sonuçlanmıştı. İşçiler “tereddütsüz hazırdık bu kavgaya” demiş ve kazanmışlardı. Bu mücadele “Büyük Grev” adıyla anıldı. Büyük Grev, bu greve katılmış iki metal işçisinin kaleminden şiirlere döküldü.
Büyük Zafer
Onlar,
Üç yüz altmış beş milyoner
Bir avuç para ağası
Biz,
Yani hayatı yaratanların
Önüne dikildiler,
Bizi altmış bini, nasırlı elleri
Ve de evde üç misli
Çoluk-çocuk kuru ekmekle
Midelerini avutan çocuklarımızı
Ve karılarımızı
Açlık ile ölüme terk etmek
İstediler
Bizleri.
Tereddütsüz hazırdık bu kavgaya
Demedik eyvah açız!
Demedik kar, tufan
Kış soğuk…
Demedik odun, kömür yok evde
Onlar çakal cinsinden
Birleşmiş:
Ahmet ağa,
Halit patron,
Mösyü Jak
Çullandılar var güçleriyle
Üstümüze
Onlar tilki gibi kurnaz
Kurt gibi vahşi
Evet, tüm kabiliyet
Onların
Kardeşim!
Fevkalade güçlüdür onlar…
Fakat bizde Maden-İş var
Fakat biz çoktan değiştirdik
Kabuğumuzu
Mücadelede sertleşti irademiz
Zannettikleri gibi kolay yutulacak
Lokma değiliz artık biz!
Şükrü Alkan Derince
Yeni Yeni
Yeni yeni adamlar
Kendi elleriyle yarattıkları
Birbirini izleyip giden
Yeni yeni gökbitimlerinde
Toz duman ateş sıcak demeden
1977 yazında nöbete durdular
Yeni yeni köprüler kurdular kuruyorlar yarınlara…
Yeni yeni adamlar
Bu toprağın insanları
Grev okullarında çelikleştiler
Yeni yeni kızışan kavgada
Ahtapotun kollarına karşı dağlarca dikleştiler
Dünü yaşamak için gelecekte
Yeni yeni adımlar attılar, atıyorlar al tanlara…
Yeni yeni adamlar
Solukları özgürlük barış ekmek rüzgârı
Yürüdüler en önde kaçınmadılar görevden
Yeni yeni atılımlar gönüllerinde
Korkuları yok azgın saldırgan sömürgen devden
Artlarından sökün etti emek ordusu
Yeni yeni katılımlarla sığmadılar, sığmıyorlar alanlara…
Haşim Kanar Keçiören
Direnen Haliç’in kadınları, Alibeyköy’lü kadınlar, tütün işçisi kadınlar, işçi kızlar… Evin içindeki yaşam mücadelesi fabrikalarda grevlerle, alanlarda mitinglerle birleşti 1970’li yıllarda. Başlarında örtüleri, yanlarında çocuklarıyla katıldılar kadınlar mücadeleye.
Başında örtüsüyle işçi kadınlar
en öndeler kol kola yürek yüreğe
dudaklarında bir ağızdan türküler var
kızlar gelinler illa kadınlar
“kahramanlık en çok onlara yakışıyor”
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği yıllar. Tezgâh başında, fabrikada yan yana, omuz omuza çalışan kadınlar sadece üretirken değil, mücadele ederken de “birlikteyiz” diyorlar. 1 Mayıs’ta işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününde el ele verip meydanlara çıkıyorlar.
1975’te Beko Teknik fabrikasındaki kadın işçilerin dayanışma greviyle güçlenen Sungurlar Kazan direnişçileri… Haliç’in Alibeyköy ucunda sıra sıra dizili fabrikalardan biri Sungurlar Kazan fabrikası... 1975’te Sungurlar Kazan işçileri Maden-İş’le sağladıkları örgütlülüğü bozmaya kalkışan patronlarına direnişle karşılık verdiler. Küçük Kazan fabrikasındaki işçiler bir yandan direniyor diğer yandan da Büyük Kazan fabrikasının direnişe katılmasını bekliyorlardı. Çevre fabrikalarda da bu direniş konuşulup tartışılıyordu. Direnişçi işçilerin saldırıya uğradığı, ellerinde sopalarla sabaha kadar fabrikada nöbet tuttuğu o gün, işçilerde yorgunluk ve yılgınlık baş göstermişti. Ta ki kadın işçilerin dayanışma ziyaretine kadar… Bu ziyaret Direnen Haliç romanında şöyle anlatılır; “Otobüsle gelenlerin çoğu işçi kızlardı. Bir an ortalığı gürültüye boğdular. Sesleri bir orman dolusu Ağustos böceğinin hep bir ağızdan çıkardığı gürültüye benziyordu. Büyük bir şamata koparıyorlardı. Derken birbirine karışmış seslerin arasından düzenli bir haykırış yükseldi. Ve çok geçmeden hep bir ağızdan söylenen inanç dolu, yüreklerden kopup gelen bir türküye dönüştü”
Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey!/ Burjuvazinin kafasına vura vura hey!
Güneşli bir günde masmavi göreceğiz Karadeniz’i
Balkaya’dan Kapuz’a kadar, karış karış biliriz bu şehri
EKİ’nin çiçekli bahçeleri, rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla
Paydos saatlerinde yollara dökülen, soluk benizli insanlarıyla
Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası
Orhan Veli
22.00
Her çağda, her dönemde zulme karşı mücadeleler verilmiştir. Bedreddin, 600 yıl önce “Dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır” diye haykırıyordu. Daha iyi bir dünya için Bedreddin’in mücadelesini Nâzım Hikmet 1929'da yazdığı Kablettarih şiirinde hatırlatıyor ve gelecek güzel günleri müjdeliyor:
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla..
bize hâlâ
konduğumuz mirası hatırlatır
bedreddini simavînin boynuna inen satır.
engürülü esnaf ahilerle beraberdik.
biliriz
hangi pir aşkına biz
sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik...
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
ve artık
saçlarımızı tutuşturarak
gecenin evinde yangın çıkaracağız;
çocuklarımızın başlarıyla kıracağız
karanlık camlarını!..
ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil,
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını...
Emeğin romancısı
Romanlarında emekçilerin acılarını, yoksulluklarını konu edinen Orhan Kemal, uzun bir süre ülkenin en eski fabrikalarından biri olan Milli Mensucat Fabrikasında işçi olarak çalıştı. Milli Mensucat Fabrikası yazdığı birçok romanına da esin kaynağı oldu. Mesela, “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanında, Orta Anadolu’dan Çukurova’nın sıcak nemli tarlalarında, küf kokulu evlerinde ölüm kalım savaşı veren işçiler anlatılır. Orhan Kemal, tıpkı aynı fabrikada çalıştığı Bekçi Murtaza gibi, gördüğü tanıdığı yüzleri anlattı bizlere romanlarında. Birçok romanı sinema filmlerine ve tiyatro oyunlarına konu oldu. Saygıyla anıyoruz.
İKD’nin Kadınların Sesi dergisinin Mart 1978 sayısında yayınlanan Hikmet Erten adlı Netaş işçisinin, emekçi kadınların MESS grevcileriyle dayanışmasını anlatan şiiri:
Yığınsal Maden-İş Grevleri ve Bir Kadın
Bir pazar yeri ki
Bildiğimiz Pazar yerlerinden
Ve bir tezgâh
Farkı yok diğerlerinden
Tahtadan yapılmış
Bir kadın tezgâh başında
De ki anamız,
De ki bacımız yaşında
Önemli değil.
Yastık kılıfları
Sehpa örtüleri
Kenarları oyalı birkaç mendil
Naftalin kokuları içinde
Dizilmiş tezgâhta yatıyordu.
Pazar yerinde bir kadın
Çeyizlerini satıyordu.
23.10
İşçi Filmleri
Tüm sanat dalları gibi sinema da insanın yaşam süreçlerinin doğrudan tanığıdır… Patronlar sınıfı tarafından, emekçi yığınları bilinç olarak fethetmek için tasarlanmış sayısız film üretildi, üretiliyor. Öte yandan sayısı az da olsa işçi sınıfının mücadele tarihi içerisinde sosyalist sinemacıların ürettiği başyapıtlar da bulunuyor. Çekildiği dönemin politik atmosferine dair ipuçları taşıyan filmler…
Modern Zamanlar, Çark, Yumruk, Maden, Kibar Feyzo, Karanlıkta Uyananlar, Güneşli Bataklık ve daha onlarcası… Bu filmlerde kimi zaman bir grev çadırına odaklanır kamera, kimi zaman bir işçi semtine… Kimisinde bir iş cinayetidir filmin konusu, kimisinde sendikalaşma yahut insanlık dışı koşullar… Kenetlenme, dayanışma, mücadele… İnsanlığın önemli değerleri hepsinin vazgeçilmez unsurudur. Duygulandırır, güldürür ve çoğu zaman düşündürür, dönüştürür böylesi filmler… Mücadeleci işçiler için tarih bilinci edinmenin, geleceğe umutla bakmanın muazzam bir aracıdır sinema… İçinden geçtiğimiz bu “zor” dönemde, sinemanın vurucu gücünü, direnç aşılayan yönünü hatırlatıyoruz dostlarımıza… İşçi filmlerinden kimi kesitler sunuyoruz.
00.00
Hep bir ağızdan Enternasyonal Marşı
Avrupa’da faşizmin ve savaş çığırtkanlığının yükselişte olduğu 1930’lu yıllarda Fransa da tüm bunlardan nasibine düşeni alıyordu. Ama 1936 yılında başka ülkelerde olduğu gibi Fransa’da da tüm bunlara karşı işçi sınıfı dişe diş bir mücadeleye atılmıştı. Sokaklarda milyonlar kapitalist sömürüye ve siyasal gericiliğe karşı yürüyüşler yapıyor, fabrikalarda muazzam bir grev dalgası yükseliyor, işçiler saldırılara karşı kendilerini savunuyorlardı. Bu muazzam yükseliş bir süreliğine de olsa patronların gerici heveslerini kursaklarında bırakacaktı. Videoda işçi kortejleri işçi sınıfının uluslararası birliğinin sembolü olan Enternasyonal marşını söylüyorlar.