Buradasınız
Lewis Hine: Kadrajında İşçi Sınıfı Olan Fotoğrafçı
Amerikalı sosyolog ve fotoğrafçı Lewis Hine, 3 Kasım 1940’ta geride yüzlerce ölümsüz fotoğraf bırakarak hayata veda etti. ABD’deki çocuk işçilerin fotoğraflarının çoğu Lewis Wickes Hine’ye aittir. Hine, 1908’de Ulusal Çocuk İşçiliği Komitesi’nin resmi fotoğrafçısı olduktan sonra tarlalarda, fabrikalarda ve madenlerde çalıştırılan çocukları fotoğraflayarak çocuk işçiliğinin önlenmesiyle ilgili yasal düzenlemeler yapılması için mücadele etti.
1892-1924 yılları arasında dünyanın çeşitli coğrafyalarından, özellikle de Avrupa’dan Amerika’ya göç eden yoksul emekçiler de girdi Hine’ın kadrajına. İnşaatlarda, fabrikalarda, yoksul kulübelerde kadın ve erkek işçileri de fotoğrafladı Hine. Çektiği fotoğraflarla Amerika’daki korkunç sömürüyü ve yoksulluğu belgeledi. Bir işçi sınıfı fotoğrafçısı olarak onun fotoğraflarına bakmak, aslında Amerikan işçi sınıfının çektiği acılara ve verdiği mücadelelere bakmaktır. Tıpkı capcanlı fotoğrafları gibi işçi sınıfının mücadelesinde hâlâ yaşayan Hine’ı ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.
Bazen bir fotoğrafa uzun uzun bakar, kendimizi fotoğraftan alamayız. Fotoğraf tek bir karedir; zamanı ve verili koşulları donduran tek bir ana aittir belki ama sözünü ettiğimiz fotoğraflar capcanlıdır, adeta haykırarak bir şeyler söylemek ister insana. İşte Lewis Hine, tam da böyle fotoğraflar çekmiş bir fotoğrafçıdır. Üstelik yüzünü işçi sınıfına dönmüş, fotoğraf kadrajına emeği oturtmuştur. Bir işçi sınıfı fotoğrafçısı olarak onun fotoğraflarına bakmak, aslında Amerikan işçi sınıfının çektiği acılara ve verdiği mücadelelere bakmaktır.
Lewis Hine, 26 Eylül 1874’te ABD’nin Wisconsin Eyaletinde doğdu. Henüz 18 yaşındayken babasını kaybeden Hine, bir döşeme fabrikasında haftanın 6 günü, günde 13 saat çalışmak zorunda kaldı. Haftalık sadece 4 dolar kazanıyordu. Çocuk işçilerin sınırsızca sömürüldüğü bu ortamı bizzat yaşaması, ileride emekten yana fotoğraflar çekmesinde büyük rol oynayacaktı. Daha sonra üniversite uzatma kurslarına katılan Hine, öğretmen oldu. Fotoğrafın güçlü bir araç olduğunu keşfedince de arkadaşı Frank Manny ile birlikte o dönemde Amerika’ya akın eden göçmenlerin durumunu belgelemek için bir proje başlattılar.
1892-1924 yılları arasında dünyanın çeşitli coğrafyalarından, özellikle de Avrupa’dan yoksullar tıpkı bugün tanık olduğumuz gibi daha iyi bir yaşam umuduyla Amerika’ya göç etti. Göçmenler ilk önce Ellis adasında “ıslah” kampında kalıyordu. Adada göçmenler için yapılan “göçmen denetleme ve işleme istasyonu” insanca yaşanacak bir yer değildi. Aylarca bu şartlarda yaşamak zorundaydılar. İşte Lewis Hine’ın kadrajından o göçmenler…
İdare binasının bodrum katından bize bakıyor İtalyan göçmen bir aile. Neden bu kadar endişeliler? Kafalarında ne tür düşünceler geçiyor acaba? Onca yolun sonunda geldikleri bu bilinmezlik mi onları düşüncelere sevk etti? Ailenin babası nerede peki? Onlara şimdi ne olacak? Bir bilinmezlik silsilesiyle fotoğraf karesine giren hayatlar… İki küçük kızın bir şeyden haberleri yok, çocuklar ne de olsa. Ama yüzleri gergin ve şaşkınlar. Bu şaşkınlığın tek sebebi fotoğraf kadrajına bakmaları olamaz.
Ailenin abisi takmış kravatını, potinleri o biçim! Belki de iki yanında apartmanların yükseldiği, arabaların vızır vızır geçtiği ışıklı caddeleri hayal etti ve bayrama gider gibi süslendi, öyle düştü Amerika yollarına. Süslenmek dediysek, eh fotoğraftaki kadar ancak! Karşısına çıkan manzara bilinmezliği büyütmüş belli ki, kaşlarını çatmış hafiften ve sıkı sıkı tutmuş kız kardeşinin elinden. Geri yollanmazlarsa eğer, evin abisi bir madenin veya fabrikanın, küçük kızlar ise biraz daha büyüyünce tekstil fabrikalarının yolunu tutacaklar. Günde 16 saat çalıştırılacak bu küçük bedenler! Amerika’nın nasıl “great” yani büyük olduğunu da anlatıyordur bu fotoğraflar!
Peki ya anneleri? Ömrünün sonuna kadar didinip duracak çocukları yatağa aç girmesin diye. Fotoğrafta en çok endişeli olan da o değil mi? Geleceklerinin belirsizliği, içindeki endişe ve korku gözlerinin ve dudaklarının kenarına oturmuş kalmış adeta. Tıpkı o yıllarda Amerika’ya göç eden milyonlar gibi.
O uzun umut yolculuğunun sonunda başlarını sokacak döküntü bir apartman odası bulan “şanslı” bir aile. Korku, utangaçlık, ezilmişlik, endişe, yorgunluk… Aynı anda onlarca duyguyu karşımıza çıkaran tek bir fotoğraf karesi. Annenin gözlerinde yorgunluk ve ellerinde çocuklarına olan bağlılığın kararlılığı var. Evin büyük kızı utangaç biraz, gülümseyerek saklamaya çalışıyor yoksulluğunu. Kucağındaki kardeşi ise meraklı bakışlarla çıplak ayağını keşfetmeye çalışıyor. Annesinin dizi dibinde oturan kıvırcık saçlı çocuğun pantolon askısı kopmuş, şaşırmış belli ki! Daha çok büyümüş de küçülmüş gibi ve naif bir şekilde dünyada olup bitenlere bakıyor şaşkınlıkla. Ya en arkada duvara yaslanmış olarak kadraja bakan küçük kız? En köşede kadraja değil annesine bakan çocuğun sağ ayağını fark ettiniz mi? Bir engeli olduğu ve ona uygun bir ayakkabı yapıldığı belli. Peki ya geleceği?
Amerikan işçi sınıfının ve özellikle de göçmen işçilerin yaşam koşullarını çarpıcı bir şekilde ortaya koyan bu fotoğraflar o günlerden bugüne bize kitaplar dolusu bilgi aktarıyor.
ABD’nin bugünkü gücünün ve büyüklüğünün arkasına baktığımızda göreceğimiz şey sömürüden başka bir şey olmayacaktır. Yükselen o koca gökdelenler, boylu boyunca uzanan caddeler, yerin binlerce metre altında bir ağ gibi dolaşan madenler… Kısacası ABD’yi var eden güç işte bu sömürüdür. Asya’dan, Avrupa’dan, Afrika’dan işçiler günde 16 saat çalışıyorlardı. Çalıştıkları işler çok tehlikeli işlerdi ve hayatları pahasına çalışıyorlardı. Karşılığında aldıkları ücret ise kiralarına ve karınlarını doyurmaya ancak yetiyordu. İşte şimdi sıra geldi Lewis Hine’ın kadrajına giren o işçilere…
ABD deyince aklımıza çoğunlukla bulutlara kadar uzanan yüksek binalar gelir. Empire State binası bunlardan biridir ve 381 metre uzunluğundadır. Fotoğrafta gördüğümüz insanlar da bu binanın tepesinde çalışan işçilerdir. İnsan aklının sınırlarını zorlayan, onlarca katlı gökdelenler inşa eden, elleri demirden yapı işçileri... Sol üstte duran işçi elindeki makineyle demir bağlantıların somunlarını sıkıyor. Sağ alttaki işçi de sıkılan somunu tutuyor kendinden emin bir şekilde. Yerden bu kadar yüksekte başları bulutlara değerken tek bir kalasın üzerinde korkmuyor mu bu işçiler? Üstelik onları koruyacak bir ekipman bile yokken. Korksalar ne olacak? Ekmekleri için o binanın tepesine çıkmak ve uzun saatler çalışmak zorunda bırakılmışlar. Yaşamak için ölümün kıyısına gelmek zorundalar. Hangi ülkeden geldiler acaba? İtalya’dan mı? Yunanistan’dan mı? İrlanda ya da Almanya’dan mı yoksa?
Bu fotoğrafa canlı emeğin yavaş yavaş tükenmesi, yorgunluk ve hüzün hâkim. Lewis Hine’a poz veren bu işçiler de New York’un caddelerini yapan İtalyan işçiler. İlginç değil mi? Gökdelen tepesinde çalışan işçiler başka, caddeleri yapan işçiler başka, madenlerde çalışanlar başka milletten. Amerika işçi sınıfı daha doğarken uluslararası (enternasyonal) bir sınıf olarak doğdu. Farklı milletlerden işçilerin birlikte çalıştığı bir ortamda egemen sınıfın türlü oyunlarına rağmen birlikte mücadele yürüterek büyük haklar kazanıp dünya işçi sınıfına armağan etti.
Oturan yaşlı işçi diğerlerinden önce gelmiştir belki de. İlkler hep zordur derler, o da o zorlukları sırtlamış ve bu nedenle yorgun görünüyor. Ama aynı zamanda ondan sonraki kuşaklara deneyimlerini aktarmanın iç huzuruyla omuzları dik, duruşu kararlı bakıyor bize. Soldaki genç işçi kendinden pek emin! O anda sağdaki işçi belli ki esprili bir şeyler anlatıyor, belki de kadraja bu denli ciddi bakmalarını alaya alıyordur. Kim bilir deklanşöre basıp fotoğrafı çektikten sonra Hine da işçilerin yanına oturmuş, sohbet etmişlerdir belki de.
1800’lü yılların ikinci yarısı ve sonraki yıllar ABD’de sömürünün dizginlerinden tamamen boşaldığı yıllardı. İşçi sınıfını kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla sömürmekle yetinmeyen patronlar sınıfı, gözünü çocuklara dikmişti. Özellikle de madenlerde yetişkin bir insan bedeninin giremediği yerler için onlar kullanılıyordu. Lewis Hine, çocuk işçilerin fotoğraflarını çekerek onların içinde bulunduğu sömürü koşullarını teşhir etmek istiyordu. Madenlere, fabrikalara, atölyelere girebilmek için bazen endüstriyel fotoğrafçı bazen İncil satıcısı bazen de kartpostal satıcısı kılığına girerdi. İçeri girdikten sonra ise fotoğraflarını çeker, çocuklardan yaşlarını, yaptıkları işleri, çalışma koşullarını öğrenir ve bunları not ederdi. Hine’ın çektiği fotoğrafların bir amacı vardı: O, yaşananlar unutulmasın istiyordu.
1900’lerin başında kömür madenlerinde binlerce çocuk çalışıyordu. Patlamaların, zehirlenmelerin, ölümlerin yoğun olduğu bir çalışma alanında çalışmak her insan için zordur, özellikle çocuklar için. Fotoğraftaki iki işçi de o çocuklardan. Çocuklar ama elleri nasıl da kocaman, büyük işçi elleri gibi! Takındıkları tavırlar sanki büyük insana ait… Belki 13’tür yaşları ama yaşından fazla saat çalışırdı bu çocuklar, günde tam 16 saat! Çalışmak zorundadırlar, çünkü annelerinin ve babalarının kazandığı hayatta kalmaları için yetmez. O sebeple erken büyümek zorunda bırakılmış çocuklardır bunlar.
Bu fotoğraftaki çocuklar ne yapıyor peki? Onlar “kırıcı çocuklar”, kömür kırıyorlar ama öyle oyun oynamak için falan değil evlerine ekmek götürebilmek için. Oyun falan da umurlarında değil pek, belki de oyunun ne olduğunu öğrenmeye fırsatları bile olmadı!
Peki ya solda ayakta duran çocuk? “Sürücü” diyorlar onlara da. Tünellerde toplanan kömürleri yeryüzüne çıkaran çocuklar. Vardiyanın sonunu getirmiş de yorgunluktan bitap düşmüş bir hali var. Gözlerine hüzün ve yorgunluk çökmüş ama yine de, tebessümle bakıyor bize. Belki de Lewis Hine gülümsemesini ve ellerini beline koymasını söylemiştir. Belki de çekinmiş, utanmıştır biraz. Burnunun ve ağzının kenarındaki siyahlıklar ciğerlerine giden kömürün izleridir. Çocuk kalamadılar tamam ama acaba kaç yıl yaşadı bu çocuklar?
Emekçi insanlık dünden bugüne büyük acılar çekmiştir. Bugün var olan zenginlik, bilim ve teknoloji emekçi insanlığın çektiği acı ve emeğin yoğun sömürüsüyle mümkün olabilmiştir. İnsanlığın sahip olduğu tüm birikimde çocuk emeğinin de muazzam bir payı vardır. Geldiğimiz evrede insanlık yeni bir dünya kuracak tüm olanaklara sahiptir! Nâzım Hikmet’in dediği gibi, insanın insana kulluğuna son verebiliriz, sömürüyü, savaşları, buradan kaynaklanan acıları tarihe gömebiliriz. İnsanlığın tüm birikimini insanlığın barış ve huzur içinde yaşaması için kullanabiliriz. Ama bunun olabilmesi için insanlığın tüm birikimini gasp etmiş, tüm zenginliğin, bilim ve teknolojinin üzerinde oturan şımarık burjuva sınıfını başımızdan def etmemiz gerekiyor. Bunun için de kapitalist sömürü düzenini yıkmamız gerekiyor!