- UİD-DER Nedir?
- Video
- İşçi Hareketi
- Gündem
- Dünya
- Fabrikalar
- Alanlardan
- Etkinliklerimiz
- Bildiriler
- Haklarımız
- Arşiv
- Tarihimizden
- Ezgiler
- Languages
Şu anda milyonlarca insan eve kapatılmış durumda. Bize bunun zorunlu olduğunu, böyle yaparak sağlığımızı, yaşamımızı, koruduklarını iddia ediyorlar. Biz bunun böyle olmadığını, kapitalist sömürü düzeninin büyük bir açmazda olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki, sermayenin ayağa dikilmiş hali olan kapitalistler sınıfı ve onların temsilcisi siyasi iktidarlar, emekçileri umursadıkları için ekonomiyi durdurmazlar. Bir virüsten bir tufan hikâyesi yaratıp milyarları eve kapatmalarının sebebi, ekonominin dünya ölçeğindeki çöküşüdür. Bu yaptıkları onların güçlü olduğuna değil güçsüzlüklerine delalettir! Yaşlanmış ve çürümüş bu düzen insanlığın başına bela olmuştur ve defolup gitmelidir. Kapitalist sömürü düzeni son bulmadan insanlığın yüzü asla gülemez! Milyarlarca insanı korkutarak ve teknolojik yenilikleri kullanarak sindireceklerini düşünüyorlarsa, yanılgılarının çok büyük olduğunu söyleyelim. İnsanlık, geçmişten geleceğe tüm zorlu dönemeçleri aşıp bugüne geldi. Kimi zaman gittiği noktadan gerilere savruldu ama düştüğü yerden kalkıp ilerlemesini bildi. Hiçbir dönemin sömürücü egemenleri, saltanatını ilelebet sürdüremedi. Nice yenilmez sanılan imparatorluklar ve onların “ölümsüz” addedilen zalimleri tarihe karıştı. İşte bu nedenle asla umutsuz değiliz. İnsanlık kapitalizmden de kurtulacak ve binlerce yıldır geliştirdiği üretici güçleri kullanarak sınıfsız bir toplum yaratmayı başaracak… İnsanlık diyorsak, elbette insanlığın kurtuluşunun işçi sınıfının kurtuluşunda yattığını biliyoruz. Bu düzeni yıkabilecek ve insanlığı düzlüğe çıkartacak olan işçi sınıfının mücadelesidir. İşçi sınıfı tarih denen bu sahneye defalarca fırlamış ve sömürü düzenini yıkmak için nice büyük mücadeleler vermiş, büyük deneyimler biriktirmiştir.
İstedik ki dört gün boyunca, fotoğraf, film, karikatür, şiir ve şarkılarla işçi sınıfının, ezilenlerin tarihine ve yaşamına bir yolculuk yapalım. Tarih nehrinin nereden gelip nereye aktığını hatırlayalım. Hafızamızı yenileyip, umudumuzu ve mücadele azmimizi büyütelim.
16 Mayıs 2020 - 13.30
1960’ların İstanbul’u… Bir işçi semtinde evine ekmek ve süt götüren bir çocuk. Sokak boş, bir pazar sabahı olmalı. Çocuk mutlulukla ağız dolusu gülümsüyor objektife bakarken. Ara Güler’in fotoğrafa ne isim verdiğini bilmiyoruz, ama sanırız şöyle denebilirdi: “Ekmek, süt ve mutluluk.” Belki sadece pazar sabahları bütün ailenin buluşabildiği bir kahvaltı yapacak olmanın mutluluğu bu. Belki sadece pazar sabahları içebildiği sütün şişesini gösteriyor mutlulukla. Yoksulluğun ortasında her şeye rağmen mutlu bir çocuk…
İstanbul’un sırtlarında bir emekçi mahallesi, evler adeta dökülüyor. Yan yana dizilmiş, derme çatma gecekondu evleri yoksulluğun aynası… Evden eve gerilen iplerse paylaşmanın ve dayanışmanın bir sembolü gibi… İplere serilmiş çamaşırların arasında neşeyle oynayan çocuklar… Bir amca onların fotoğrafını çekiyor, kimisi derin bir bakış atıyor kadraja, bir kız çocuğu arkada gülümsüyor ama öndeki afacanın kolu gülümseyişini birazcık gölgelemiş. Bütün günü sokaklarda oynayarak geçirecekler ve belki 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nde genç fabrika işçileri olarak binlerce işçiyle birlikte sokakları arşınlayacaklar. Kim bilir?
Bir mücadeledir yaşamak! 1950’lerde yaşam mücadelesinde bir ihtiyar adam. Evine ekmek götürebilmek, yaşamaya devam edebilmek için çalışmak zorunda. Oysa artık huzurla ve kaygısız geçirmeliydi kalan yıllarını. Ne diyordu Nâzım Hikmet sosyalizmi anlatırken dayı kızına:
sosyalizm,
yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
yahut, mesela,
-bu seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli bir bahçeye girer gibi
girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,
çocukların ama bütün çocukların,
kırmızı elmalar gibi gülüşü...
Yıl 2020. İki ay aradan sonra 4 saatlik sokağa çıkma izni verilen yaşlılardan 83 yaşında bir adam, boya tezgâhını açmış müşteri bekliyor. İşte kapitalizm genciyle yaşlısıyla işçi sınıfına yaşamı ne yazık ki çekilmez kılıyor.
Onlarca fabrika ve tersanenin olduğu Haliç, nam-ı diğer Direnen Haliç… Ve su taşıyan çocuklar, sınıfımızın çocukları... Yoksulluğun ağır yükünü omuzlayan çocuklarımız, büyüdüler. Büyüdüler ve fabrikada örmeci, tersanede kızakçı oldular. Aynı anaları, babaları gibi… Aynı anaları, babaları gibi onlar da sömürüye, haksızlığa zulme direndi. Direndiler aynı haliç gibi! Çünkü onlar sadece analarının babalarının değil, Direnen Haliç’in de evlatlarıydılar.
Yoklama defterinden tanımadım sizi,
Benim haylaz çocuklarım
Sınıfın en devamsızını
Bir sinema dönüşü tanıdım
Koltuğunda satılmamış gazeteler
Dumanlı bir salonda
Kendime göre karşılarken akşamı
Nane şekeri uzattı en tembeliniz
Götürmek istedi küfesinde
Elimdeki ıspanak demetini
En dalgını sınıfın
Çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
Palto ayakkabı yüzünden
Kiminiz limon satar balık pazarında
Kiminiz Tahtakale’de çaycılık eder
Biz inceleye duralım aç tavuk hesabı
Tereyağındaki vitamini
Kalorisini taze yumurtanın
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta
Çevresini ölçtük dünyanın
Hesapladık yıldızların uzaklığını
Orta Asya’dan konuştuk
Laf kıtlığında
Birlikte neler düşünmedik
Burnumuzun dibindekini görmeden
Bulutlara mı karışmadık
Güz rüzgarlarında dökülmüş
Hasta yapraklara mı üzülmedik
Serçelere mi acımadık kış günlerinde
Kendimizi unutarak
16.00
Kapitalizmin tarihine baktığımızda, çocuk emeğinin sermaye sınıfı için ne denli tatlı ve baştan çıkarıcı olduğunu görürüz. Çünkü çocuk emeği son derece ucuzdur; savunmasız olan çocuklar üzerinde otorite kurmak ve uzun saatler boyunca çalışmayı dayatmak çok daha kolaydır. Ayrıca çocukların narin elleri, bazı sektörlerdeki en hassas işlerin üstesinden gelebilmektedir.
İngiltere’de çocukların gece çalıştırılmasının yasaklanmasına karşı çıkan bir demir-çelik haddeleme fabrika sahibi, o zaman şöyle hayıflanıyordu: “18 yaşından küçük kimseleri geceleri çalıştırma yasağı büyük güçlükler doğuracaktır, çocuk emeğinin yerini yetişkin erkek emeği ile doldurmanın yol açacağı masraf artışı bunların başında gelir.” Çünkü uzun saatler boyunca işe koşulan ucuz çocuk emeğine duyulan kapitalist iştah, dünden bugüne değişmeden kalmıştır.
1900’lerin başı Amerika… Çizer, kapitalisti alabildiğine şişman çizmiş, adeta bir yağ tulumu… Bir zamanlar kapitalistler gerçekten de şişmandılar ve onların şişmanlıkları sınıfsal ayrıcalıklarının bir sembolüydü. Fakat günümüzdeki kapitalistler genel olarak fit, spor yapan ve son derece bakımlı kimseler. Bilim ve teknolojinin yardımını da kullanarak uzun ve rahat bir yaşam sürüyorlar. Ama onların bugünkü görünümleri aldatıcı olmasın… Çizer, kapitalisti bilerek bir yağ tulumu olarak çizmiştir. Çünkü sermaye, aynı bakteri gibi sınırsızca büyüme arzusundadır. Kapitalistin doymak bilmez kâr iştahını vurgularken, aynı zamanda bir avuç asalak için milyonların aç kaldığını da belirtmek istemektedir. Kapitalistin göbeğine yaslanmış merdivenin tepesinde bir çocuk işçi, üzerinde kâr yazan para destelerini kapitalistin midesine boşaltıyor. En arkadaki fabrikanın tepesinde Çocuk Emeği yazıyor. Merdivenin sağ tarafında ise 11 saatlik işgününe dikkat çekiliyor.
“Yazıyor, yazıyor, yazıyor…” Ne yazdığını bilmiyoruz ama bir grup çocuğun koltuklarının altına sıkıştırdıkları gazetelerin boya kokusunu hissedebiliyoruz. Hasan Hüseyin’in “Haziran’da Ölmek Zor” şiirinden ödünç alırsak; çocukların elleri, yüzleri üst ve başları gazete… En önde ortada duran bacaklarını açmış, kendine güvenle duruyor. Ama bu şekilde koltuğunun altındaki bir tomar gazeteyi daha rahat tutuyor. Hepsinin üstünde bir ciddiyet. Büyük adamlar gibi, işe çıkmanın verdiği bir ciddiyet havası içindeler. En azından kadraja bakarken böyle duruyorlar. Ama bir taraftan da gülüyorlar. Sanki o an birisi “hadi çocuklar” dese, ellerindeki gazeteleri kaldırıma fırlatıp şen şakrak bir oyuna başlayacaklar.
Sokaktan açık bir kapıdan içeri giriyor, sabahın ilk ışıkları… Sokağın bir cephesi henüz güneş almıyor. Kocaman şapkasıyla, açık kapıdan, daha ilk merdivenlere adım atarken gazeteyi içerideki kişiye uzatıyor. Fotoğrafının çekildiğini biliyor ve içten gelen bir gülüş yüzüne yansıyor…
Gazeteciii, heeey gazeteci çocuk! Geçmişten ne havadisin var? Ne susarsın küçüğüm? Peki, öyle olsun, dilin varmayadursun söylemeye… Ama biz biliriz insanlığın başına nice çorap ördü sömürücü efendiler… Nice acılar gördü yaşlı dünyamız, insanlık nice kahırlı günlerden geçti. Bizi iyi dinle kısa pantolonlum; Yıkılacak bu zulüm düzeni, bu kötülük saltanatı… Bize inan yalın ayaklım! Bu da bizden sana, geleceğin havadisi işte!
18.55
ABD’deki çocuk işçilerin fotoğraflarının çoğu Lewis Wickes Hine’ye aittir. 1840 yılında doğan Amerikalı sosyolog ve fotoğrafçı Lewis Hine 1908’de Ulusal Çocuk İşçiliği Komitesi’nin resmi fotoğrafçısı olduktan sonra tarlalarda, fabrikalarda ve madenlerde çalıştırılan çocukları fotoğraflayarak çocuk işçiliğinin önlenmesiyle ilgili yasal düzenlemeler yapılması için mücadele etmiştir. Çocuk Emeği Bülteni’nde şunları yazmıştır: “Yıllardır Maine’nin konserve fabrikalarından Teksas’ın tarlalarına binlerce sanayi topluluklarında, sürüklenip duran çocuk işçileri izledim. Onların trajik hikâyelerini dinledim ve kazanma şanslarının bulunmadığı bu endüstri oyunundaki mücadelelerini gördüm. Keşke edindiğim deneyimleri, tanık olduğum yaşamları size kuşbakışı izletebilseydim.”
1900’lerde madenlerde çalışan, kömürün karasına bulanmış yüzleriyle çocuk işçiler… Daha 7 yaşında madenlere inerdi küçücük çocuklar. Daha gelişme çağında güneşi göremeyen bedenleri, ağır çalışma koşullarıyla birleşince erkenden çökerdi.
İngiltere’de işçi çocuklar… Bakışlarında sadece yorgunluk ve tükenmişlik var. Adeta yıllarca çalışıp hayatın yorgunluğunu taşıyan ihtiyar adamlar gibiler!
İnsanlık dışı koşullarda, gece gündüz demeden çalıştırılan bu çocuklar yeterince uyku uyuyacak vakit bile bulamıyorlardı. Kapital’de işçi çocukların durumuna değinen Marx, bu utanç tablosunu İngiliz resmi raporlarından yaptığı alıntılarla ortaya koymuştu: “Tanımlı işgününün sabah saat 6’dan akşam 17.30’a kadar sürdüğü bir haddehanede, bir oğlan her hafta 4 gece, en az ertesi gün akşam saat 20.30’a kadar çalışmıştı ve 6 ay boyunca bu böyle devam etmişti… 12 yaşında olan bir çocuk, Stavely’de bir demir dökümhanesinde 14 gün boyunca sabahları saat 6’dan gece saat 12’ye kadar çalışmıştı ve artık çalışamayacak durumda.”
Aralık 1908. ABD’nin Güney Karolina eyaletinin New Berry semtinde gece vardiyasında çalışan tekstil işçisi kadınlar ve çocuklar… Avrupa’dan Amerika’ya tekstil patronları büyük kârlar elde ederken çocuklar ve kadınlar ağır çalışma koşullarının altında sefalet yaşamı sürüyorlardı. 1800’lerde Times gazetesinde yazılanlar 1900’lerin ABD’si için de geçerliydi: “Pek çoğumuz o kanıdayızdır ki, biz kendi genç kadınlarımızı, kırbaç darbeleri altında değil de açlığın kamçısı altında öldüresiye çalıştırdığımız sürece, doğuştan köle sahibi olan ve kölelerini, hiç değilse, iyi besleyen ve dayanılabilir şekilde çalıştıran ailelere veryansın etmeye hemen hemen hiçbir hakkımız olmaz.”
1874 yılında çocuk işçiler… 14 Ocak 1860’da Nottingham şehir meclisi salonunda yapılan toplantıda konuşan bir şehir yargıcı dantel sektöründe çalışan çocuk işçilerin durumunu şöyle anlatıyordu: “9 ve 10 yaşındaki çocuklar gece yarısından sonra saat 2, 3 veya 4’te kirli yataklarından zorla alınıp gece saat 10, 11, 12’ye kadar boğaz tokluğuna çalıştırılıyor. Elleri, kolları ve bütün vücutları harap oluyor, kavruk ve güdük yaratıklar haline geliyorlar; yüzleri bembeyaz, bütün insanlıkları yok olup gitmiş, sanki taştan yapılmışlar gibi: Görünüşleri bile insana dehşet veriyor… Biz Amerika’nın Virginia ve Carolina eyaletlerindeki pamuk plantasyonlarının sahiplerini protesto ederiz. Oysa oranın zenci pazarları, kırbaçları ve insan eti alışverişleri, burada, kapitalistler kâr edecek diye tül perde ve yaka yapmak için, insanların bu şekilde yavaş yavaş boğazlanmasından daha mı korkunç ve tiksinti vericidir?”
Yine bir Ara Güler fotoğrafı. Ama bu sefer başka bir şehirden, Kahramanmaraş’tan işçi çocuklar var fotoğrafta. O çocuk gözler her şeye rağmen gülmeliydi! Ama belki sabah uykusunu alamadan, yeterince dinlenemeden kalkmış olmanın, belki sokakta top peşinde koşturmak yerine bu atölyede üç kuruşa çalışmanın getirdiği biraz isyankâr, biraz üzgün bakışlar bunlar…
İşçi sınıfının önderlerinden biri ne güzel demiş: Hiçbir şeyden hiçbir şey çıkar diye! Egemenler, sanki emek harcanmadan zenginlik ve kâr olabilirmiş gibi konuşurlar, sermayenin kaynağını bir esrar perdesiyle örtmek isterler. Oysa emek olmadan, emek gücü dönüştürmeden ne zenginlik ne sermaye ne de kâr oluşur… Bu fotoğraf, şu anda kapitalistlerin elinde biriken muazzam sermayenin ne pahasına olduğunu çarpıcı şekilde yansıtmıyor mu?
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir.
Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..
Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz.....
19.50
1900’lü yılların başında ABD’deki dokuma fabrikalarında çalışan on binlerce çocuk vardı. Tatlı rüyalarla dolu uykuları yoktu. Onlar için oyun yoktu, doyasıya yemek, doyasıya kahkaha atmak yoktu. Ciğerleri pamuk tozuyla doluydu, canavar gibi makinelerin karşısında geçen ömürleri kısaydı. O günlerden bu yana söylenegelen Zor Zamanlar Pamuk Fabrikası Kızları şarkısı işte bu çocukları anlatıyor.
Videodaki fotoğraflar Ulusal Çocuk Emeği Komitesi için çalışan Lewis Hine’a ait ve 1908-1912 yılları arasında çekilmiş. Hine, ABD’deki yaklaşık 2 milyon çocuk işçinin sefaletine ve çalışma koşullarına dikkat çekmek üzere fotoğraf çekmek için İncil satıcısı kılığına girmek zorunda kalmıştı.
21.10
Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmed Arif, Vedat Türkali, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ruhi Su, Yaşar Kemal ve daha nicesi… Bu aydınlar, işçi sınıfının sömürüsüz bir dünya mücadelesinin saflarında yer aldılar. Türkiyeli emekçilerin tarihine yakından tanıklık ettiler. Onlar yeteneklerini şöhret uğruna, para pul uğruna satmadılar. “Namus işçisiyim yani” diyordu Ahmed Arif, “Yürek işçisi/ Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş…”
Şafakları ben balığa çıkarım
Akan akmayan sularda
Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden
Bir bahar akşamı dünyada…
Ben dört duvar arasında değilim
Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de
Cibali tütün fabrikasının kadın işçileri
Fabrikada tütün sararak ekmeğini kazanan emekçi kadınlar, ne güzel gülmüşsünüz. Gülen işçi kızın yüzünde bir yorgunluk bir hüzün… Sol gözün kasılması ne kadar yorgun olduğunu gösteriyor. Ama yine de umutla gülüyor. Belli ki fotoğrafının çekileceğini biliyor ve heyecanla saçlarını taramış… Arkadaki işçi kız da kadraja bakarken, bir anlık ilgi odağı olmanın verdiği hoşnutlukla hepimize tebessüm ediyor.
Gün doğarken her sabah
Bir kız geçer kapımdan
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde yorgunca
Fabrikada tütün sarar sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar bütün insanlar gibi
1950’ler, Cibali Tütün işçileri… En önde oturanların çoğu genç ve hatta çocuk denecek yaşta… Türkiye’nin ilk sigara üretim yeri Cibali Tütün Fabrikası’dır. Cibali Tütün Fabrikası, İstanbul’da Haliç kıyısında bir fabrikaydı. Kadın işçilerin çalıştığı ve çocuk kreşi bulunan ilk fabrikadır.
21.50
22.00
1930’lu yıllarda Türkiye’de tütün işçileri hak arama mücadelesinin hep ön saflarındaydı. İşçi sınıfının en militan kesimiydi tütün işçileri… Tütün işçileri dendi mi mücadeleci öncü kadın işçilerden Zehra Kosova gelir aklımıza. Kavala’da doğup mübadeleyle ailesiyle birlikte Tokat’a göç eden Kosova da pek çok işçi ailesinin çocuğu gibi oyuna, eğlenceye, çocukluğuna doyamadan işçiliğe başlar. Üçüncü sınıfa kadar okuduğu okulu bırakıp iş bulunca “dünyalar onun olur” çünkü iş bulamaması açlık demektir. Küçücük yaşında çalışmak, içinde yaşadığı kokuşmuş sömürü düzeni kavramasını kolaylaştırır ve bu kahrolası yaşamın değişmesi gerektiğini düşünür. Kendisini ve toplumu değiştirmek için kavgaya girer. Okuduklarını doğru düzgün anlamasa da inatla okur, bilinçlenir. Yaşamın tüm ağırlığına karşın kucağında çocuğuyla yılmadan davasına sıkı sıkıya sarılır. “O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…” der. Gelecek kuşaklara onurlu ve mücadele dolu bir yaşam bırakmanın mutluluğu içinde 90 yaşındayken son nefesini verir.
22.45
Yüreğinde yaşam sevincini bir an olsun eksiltmeyen işçi sınıfının aydını Vedat Türkali’nin dediği gibi, Osmanlı’dan bugüne İstanbul, işçi sınıfının “kavga şehri”dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra taşı toprağı altın denerek İstanbul’a göçler başlar. İşsizlikten, yoksulluktan kurtulmak isteyen emekçileri kentte büyük bir sefalet, yoksulluk ve yoksunluk beklemektedir. Bir yanda Haliç’iyle, Süleymaniye’siyle denizi, güneşi pırıltılı muazzam bir güzellik, öte tarafta bu güzelliklerden yararlanamayan bir avuç arsa vurguncusunun, karaborsacının, bezirgânın elinde inim inim inletilen emekçiler… Lakin bu ağır koşullar karşısında işçiler-emekçiler hep suskun kalmayacaktır. Yunanistan’dan göçüp Ortaköy’e Kasımpaşa’ya yerleştirilen Dramalı, Kavalalı tütün işçilerinin mücadele deneyimleri yeni kuşaklara aktarılır. Kentleşme ile birlikte işçilik bilinci de gelişir. Patronların kaçacak delik aradığı zafer şarkılarının söylendiği direniş günleri de gelir. 1961 Saraçhane Mitingini, Kavel Destanını, 15-16 Haziran Büyük Direnişini, 1977 1 Mayıs’ı yaratanlar, en nihai destanlarını da yazacaklardır! Vedat Türkali’nin 1944’te yazdığı gibi; bekle bizi İstanbul!
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Haliç’inde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniye’nde güneş
Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kumlara sermiştir
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok
Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen köylü sen memur sen entelektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköy’ün Cibali’nin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin ıstakozların
ve ahmak selâmeti için
Hakkında idam hükümleri verilir
Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebelerinin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde
...
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
23.45
Zorlu, kahırlı zamanlarda yazılmış, yürekte taşınan direncin, umudun sembollerinden biri olmuş o şiiri bir de o koca çınarın, Vedat Türkali’nin sesinden dinleyelim. Sonra sıkılı yumruklarımızla hep birlikte söyleyelim; Bekle Bizi İstanbul…
00.30
Yaşar Kemal ve Vedat Türkali
Çat diye çatlayıverdi penceremdeki cam
Gün ışığından
Bir baktım dünya başlamış
Dudakların da vardı mini minicik dudakların
Yastıkta
Sonra haber başladı bıraktığımız yerden
İşler yolunda
Yollar uzayıp gitmiş yıldızlara kadar
Günaydın çocuklar
Haydi kalkın
Sen kavgada güzelsin
Şeftali dalında
İstanbul seninle güzel
İstanbul dendi mi İstanbul
Bitmesin Süleymaniyen martıların eksilmesin
İşte merhaba işte yollarındayım
Ne penceremde demir ne kapımda kilit
Bitti yeşilin mavinin derdi
Ekmek parası var şimdi kafamda
Yumruklarım cebimde şimdilik
Çoktan yollara düştü kayışlar bobinler
Sabah karanlığında açtılar kenti
Sesler geliyor fabrikalardan
Siz kanterlere battınız ben başıboş
Bu çeşme bu yol bu alan
İnanın tadı yok sizi düşünmedim mi
Bulvarda yapraklardan bana ne
Dizi dizi arabalar insanlar
Bana ne bunların gidiş gelişlerinden
İşte Balıkpazarı işte mavnacılar
Elmanın iyisi dört yüz kuruş
En öndeki elma iri elma kırmızı elma
Haberin var mı oğlumun dişlerinden
…
Bir rüzgâr geçsin İstanbul’un üstünden
Bacalarda dumanlar eğri büğrü
Maviler gülsün ırıplar gülsün Boğaz’da
Bir de aslanı bağlayalım
Ekmeği ağzında tutan aslanı
Çocuklar gülsün
Bir de biz gülelim caddeler boyunca
Zenginin zalimin gül benzi solsun
İstanbul dediğin İstanbul olsun
Gün bitti bitecek yılanlı yüzlerde
Bugünde ellerim boş eve dönmeli
Parklardan köprülerden fabrika önlerinden
Pencerelerde bekleyen çocuklara doğru
Şimdi milyonlarcayız bu akşam saatinde
Bak şu yıldızlara mavi alınmasın
Alıp gitti martılar şimdi Kızkulesi’ni
Başlasın Unkapanı Köprüsü karardı Haliç
Kasımpaşa ekmeğini bekliyor bu akşam saatinde
Korkakların kahpelerin düşmanın görmedikleri
Karanlığın arkasında bekliyor bu akşam saatinde
İstanbul büyük kent
Akşam oldu kalktı yürüdü elektrik direkleri
Tarihin vadettikleriyle sabırlı
İstanbul kavgasında bekliyor bu akşam saatinde
Sokaklar bitti şimdi evler başlıyor
Ekmeğini bekleyen evler başlıyor
Öyle bakıp durmayın pencerelerden
Ellerim boş
Merhaba çocuklar sabahı bekleyelim.
17 Mayıs 2020 - 11.30
12.25
Nâzım Hikmet’in doğumunun 100. yılında, Genco Erkal’in yazıp yönettiği “Nâzım’a Armağan” oyunu İKSV’nin düzenlediği İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılışında gösterildi. Nâzım Usta’nın Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü’sünü bir de onlardan dinleyelim.
12.45
1910 yılında Bursa’da ipek işçileri… Aralarında çocuk işçiler de var. Çocuk oldukları için olsa gerek gizleyememişler acılarını. Sıkıntıları yüzlerine yansımış. Yetişkin işçilerin yüzlerindeki gülümseme ise belki sadece fotoğrafçı deklanşöre basana kadardır…
Kadın ipek işçileri hayatlarını “biz o perişan çiçeklerdeniz ki baharı görmeden güz yapraklarına döneriz” diyerek anlatırlar. İpekçi kızlar yaşamlarının tüm zorluklarına rağmen kendilerine çizilen bu kadere boyun eğmezler. 1908 grevlerinden de etkilenerek çalışma koşullarını düzeltmek ve ücretlerini arttırmak için mücadeleye atılırlar. Önce Bilecik ve Adapazarı’ndaki 1000 ipek işçisi greve çıkar. Direniş rüzgârı kısa sürede Bursa’yı da etkisine alır. 1910 yılının Ağustos ayının başlarında Bursa’da 3 bin ipek işçisi grevdedir.
Uludağ’ın eteğinde bir cehennem şehir var
Bir şehir ki burjuvalar Yeşil Bursa diyorlar hayda hay
Dar sokaklarında gezer işsizlik ve yoksulluk
Fabrikalar ipek boyar genç kızların kanıyla hayda hay
Biz çıkarız Uludağ’a bir kucak odun için
Onlar çıkarlar oraya zevk için sefa için hayda hay
İşçi köylü meydanında uzatarak elini
Mustafa Suphi yoldaşın dikeceğiz heykelini hayda hay
Yeşil Bursa kurtulacak, Kızıl bursa olursa
Olursa değil mutlaka Kızıl Bursa olacak hayda hay…
1911 yılında İskeçe’de tütün işçileri. En önde kız ve erkek çocuk işçiler görülüyor. Osmanlı’da başta tütün, dokumacılık ve madencilik olmak üzere çok çeşitli alanlarda çocuk işçi çalıştırıldı. Tütün işçiliğinin başını Selanik çekiyordu. Mevsimlik işçi olarak çalışan tütün işçisi kızlar, yılın geri kalan döneminde zengin ailelerin yanında hizmetçi ve çamaşırcı olarak çalışıyordu. Çocuklar ve kadınlar çok uzun saatler çalıştırılıyor ve erkek işçilere nazaran çok düşük ücret alıyorlardı. 1911 yılında çıkarılan “müessesat-ı sınaiye erkek ve kız çocukları ile kadınların çalıştırılması hakkında kanun” ile 12 yaşını doldurmamış çocukların çalıştırılması yasaklanmış, 12 yaşını dolduran çocukların çalışması için ise doktor izni şart koşulmuştu. Ayrıca 17 yaşından küçük çocukların günde en fazla 9 saat çalıştırılması ve bu süre zarfında en az bir saat (tek seferde veya parçalı olarak) dinlendirilmeleri zorunlu tutulmuştu.
Osmanlı döneminde İzmir’de halı dokuma atölyesinde çalışan kız çocukları ve kadın işçiler… Denizli, Uşak, Kastamonu, Tokat, Lübnan… Binlerce dokuma işçisinin çalıştığı bu bölgelerde kadın dokuma işçilerinin sayısı erkeklerden daha fazlaydı.
13.00
1960-1980 arası dönemde Türkiye işçi sınıfı mücadelesiyle patronlara kök söktürüyordu. Emekçi kadınlar, en öndeydi, çakmak çakmaktı gözleri, dimdikti başları. Grevlerde, direnişlerde, mitinglerde erkek işçilerle omuz omuza veriyor, egemenlerin oyunlarını birlikte bozuyorlardı. Dayanışmanın, örgütlü olmanın önemini derinden kavrıyorlardı. Bu durum Türkiye işçi sınıfının gücüne güç katıyordu. Bilinçlenen kadın ve erkek işçiler sömürüyü ortadan kaldırmak gayesiyle kızıl bir ufka doğru birlikte yürüyorlardı. İşte o yıllarda dilden dile söylenen “İşçi Kız” türküsü tam da bunu anlatıyordu.
14.30
1961 yılının son günü… İstanbul Saraçhane… Cumhuriyet tarihinin ilk kitlesel işçi mitingi… Dönemin mücadeleci sendikaları tarafından düzenlenen mitinge katılan işçiler, gençler, emekçi kadınlar taleplerini yükseltiyorlar. Belki farkında değillerdi ama işçi sınıfının yükselen mücadelesinin işaret fişeğini atmışlardı. Yıllar süren suskunluk yerini giderek yükselen bir haykırışa bırakacaktı. Bu kitlesel mitingle muazzam bir özgüven elde eden işçiler, zamanla “biz başka dünya isteriz” dediler.
Yıl 1963, Ocak ayının sonu... İstanbul’un İstinye semtinde bir Kablo fabrikasının, meşhur Kavel’in önü! Fotoğrafta grev hakkını grev yaparak kazanan ve Türkiye işçi sınıfına emanet eden Kavel işçileri var. Kimisi çocuk daha! Kavel Palas olarak adlandırmışlar grev çadırlarını, bir özgürlük anı, bu yüzden onlar için orası eminiz ki kâinatın en rahat yeri! Karakışın ortasında bulup bulabilecekleri en sıcak mekânda ısınıyor Kavel işçileri… Sadece bacası görünen sobayla değil en çok da dayanışmanın ve mücadelenin yürekleri tutuşturan ateşiyle.
1960'larda işçi sınıfı var mı yok mu diye bir tartışma yürürken işçiler sendikal mücadeleyi büyütüyordu. Sınıfın olmadığını savunanları, onun varlığını gizlemeye çalışanları hicveden bir karikatür.
Kavel grevcilerinin açtığı yoldan kimler yürümedi ki? Berec grevi döneme damgasını vuran işçi eylemleri zincirinin önemli halkalarındandır. Yıl 1964… Yer İstanbul Taşlıtarla, bugünkü adıyla Gaziosmanpaşa… Berec Pil Fabrikasında çalışan çoğunluğu kadın, 1100 işçi dönemin mücadeleci sendikalarından Petrol-İş’e üyedir. Kavel işçilerinin ayak izlerini takip ettiler. 41 gün süren Berec grevi, sendikanın tüm olanaklarını seferber etmesiyle, işçilerin muazzam kararlılığı ve enerjisiyle kazanıldı. Sınıf tarihimize ilklerin grevi olarak geçti Berec! Bu de1nli kitlesel ilk grev… Petrol-İş’in ilk grevi… Çoğunluğu kadın işçilerin oluşturduğu ilk grev… Kadın işçilerin grev gözcülüğü yaptığı, o onurlu gömleği ilk kez giydiği grev…
Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı adlı oyununu izleyen Berec grevcisi kadınların yorumları:
“Ben Münevver Kaya. 19 yaşındayım, 6 yıldır Berec’te çalışırım. 10 günde 120 lira kazanırım... Sinemaya, eğlenceye parayla gidilir. Biz hep borçluyuz. Borçtan kurtulmadan eğlence olur mu?”
“Ben Ayşe Gaytan. Dulum. 10 günde 100 lira alırım. Beş çocuğum, anneme ve kardeşime bu parayla bakarım. Çocuklarımı maalesef mektebe gönderemiyorum.”
“Ben Fevziye Sert. 5 yıldır burada çalışırım. 10 günde 105 lira kazanırım. Bizim aile 7 kişidir. Yalnız ben çalışırım. Babam ihtiyar. Mevsimlerden ilkbahar ve yazı severiz. Bu mevsimlerde ısıtma derdinden kurtuluruz hiç olmazsa, çıkıp biraz hava alabiliriz kırlarda. Ve kırlardan topladığımız otlarla yemek yapabiliriz.”
“Ben Safiye Sarafoğlu, 17 yaşındayım. Kazancım 10 günde 85 liradır. Kömür dairesinde çalışırım. Vücudumu arapsabunu ve talaş karışımıyla yıkarım...”
Ara Güler bu fotoğrafı 1968 yılında çekti. Bir pamuk tarlasının hasadı henüz tamamlanmış, bir köşede aç karınlarını doyuran kadınlarımız duruyor. Kimi tebessüm ediyor, kimi objektife tedirgin bakışlar fırlatıyor. Fotoğrafçı deklanşöre basar basmaz, hemen yanlarından az önce yükledikleri traktör geçecek. Alınlarının terinin karıştığı tonlarca pamuk birilerini giydirecek, birilerini zengin edecek Tonlarca pamuğu yükleyen eller ise, mütevazı bir yer sofrasında küçücük ekmeği kavrıyor. Çukurova’nın bereketi onların bu ellerinden şeklini alıyor.
Göremedik sıkıntısız yaşandığını,
Rahatın şiirini yazamadık,
Ne kadar uzak
Heveslerimle içli dişli yaşamak,
Üzmek hastalıklı şiirlerle
Eşimi, dostumu;
Mezar taşları kadar, ölçülü
Beyitler düzmek boy boy.
İçliyimdir herkes kadar,
Düşündürür beni de şu gökyüzü,
Kuş cıvıltısı, nar çiçeği…
Geçtik bir kalem üzerinden.
Huyumdan ettiniz, Cibali Kızları,
Sekiz düğününden önce
Penceremin altından geçenler,
Saçları dağınık, gözleri uykulu,
Çoraba, tütüne gidenler,
Beni huyumdan ettiniz!
Yorgun gözlerinizdeki acıyı
Dert edindim kendime.
Saçlarını tezgahına yolduranları,
Sıtma gebesi tazeleri görmeseydim,
Boşuna harcayacaktım sevgimi.
Şimdi şu parmaklığın ötesinde kaldı
Bütün çalışanlar;
Teker teker sökülmüşüz toprağımızdan,
Havamızdan, suyumuzdan olmuşuz.
Yaşamaktayız aynı çatının altında
Daha mahzun, daha hesaplı.
Rahat günlerin işçisi olacaktık,
Rahat günlerin şairi:
Bir çift sözümüz vardı
Nar çiçeği, gül dalı üstüne,
Dudaklarımızda kaldı!
Güneşin insanın tenini kararttığı, pamuğu beyazlattığı topraklarla doludur Çukurova… Pamuk sıcak yeri sever. Güneş yükseldikçe tepesinde Çukurova’nın, tarlalar kavrulur. Kavrulur toprak… Hele bir de zamanında kana kana içmişse mübarek suyunu Ceyhan’ın yahut Seyhan’ın… Bağrından bereket fışkırır toprağın, bembeyaz pamuk fışkırır. Bir beyazdır ki o, gökyüzü bulutundan utanır da yağmurunu aylarca serpemez yeryüzüne. O vakit Çukurovalı ırgatların alın teri sular o toprakları. Çukurova alın teriyle sulandığı için bereketlidir, bilenler bilir.
Yıl 1968. Emekçi kadınlar çocuklarıyla birlikte “Kuşların Bile Yuvası Var!”, “Gecekonduda Biz, Teşvikiye’de Siz”, “Hep Size, Bize Yok mu?” dövizleriyle yürüyüş yapıyorlar. Hem konut hakkı talep ediyor, hem de gelir adaletsizliğine öfkelerini dile getiriyorlar.
16.25
Elleri nasırlı, alınları terli, ekmek kavgaları büyük olan işçilerin ezgileri, ağıtları, marşları yüreğimize işler. Tıpkı Uludağ’ın eteğindeki Bursa’da fabrikaların genç kızların kanıyla ipek boyadığını anlatan Yeşil Bursa Marşı gibi… Genç kızların, çocukların, tüm işçilerin yüzü gülsün diye Yeşil Bursa, Kızıl Bursa olmalı. Yalnızca Bursalı işçiler değil dünyanın tüm işçileri daha güzel bir dünya için birleşmeli.
17.20
1983 Brezilya, Serra Palada altın madeni… Bu madende insanlık nerededir? Burası nasıl bir yerdir? Bu madenleri görenler, bu madencileri görenler kapitalizme lanet etmez mi? İnsanlığından utanmaz mı?
Para! Çirkini güzel, karaktersizi erdemli, soysuzu soylu, korkağı yiğit, aptalı zeki, güçsüzü güçlü yapan para!Shakspeare, Atinalı Timon adlı tragedyasında paranın ya da özel mülkiyetin insan ruhunu nasıl ele geçirdiğini, insan ilişkilerinin nasıl bozulup bencilliğin hâkim olduğunu çarpıcı bir şekilde betimler:
“Altın! Sarı, pırıl pırıl kıymetli altın.
Bunun bu kadarı karayı ak, çirkini güzel,
Eğriyi doğru, alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder.
... Ah tanrılar, neden bu? Bu nedir tanrılar?
Bu sizin rahiplerinizi, hizmetkârlarınızı yanınızdan kaçırır;
Güçlü kuvvetli adamların başı altından yastıklarını çekip alır.
Bu sarı köle din de kurar, din de bozar;
Lanetiyle hayır dua kazandırır.
Bembeyaz cüzzamlıya herkesi hayran bırakır.
Hırsızları mevki sahibi eder;
Senatoda yeri olan azalarla beraber,
Onlara da unvan ve itibar verir.
Geçkin dullara bir kere daha koca bulduran budur.
... lânetlik...,
İnsanlığın orta malı, ... maden.”
Yoksulluğun yükü yetmezmiş gibi, bir de omuzlarında 50 kiloluk çuvallar... 400 metre yükseğe taşıyorlar çuvalları. Çuval başına sadece 20 cent alıyorlar. Köle gibi çalışıyorlardı. Bir kenara su içmek için oturmak suçtu mesela... Serra Palada’yı fotoğraflayan biri şöyle diyordu; “Orada çalışanların hiçbiri köle değildi. Kölesi olunan tek şey patronların zengin olma arzusuydu.” Bu köleleştiren arzu, Serra Palada maden işçilerini insana özgü bir hayvanat bahçesinde çalışmaya mahkûm ediyordu.
Bakıldığında şüphesiz bir esir kampını andıran bu kare aslında bir altın madenini yansıtıyor. Fotoğraftaki insanlar da maden işçileri, yer Brezilya… Serra Palada madeni, 1980’lerin Brezilya’sında büyük acıların, çaresizliklerin ve kaosun yaşandığı bölgelerden biri olmuştur. Yaklaşık 100 bin maden işçisinin ekmek teknesidir bu çukurlar... Yaklaşık 100 bin modern köle, ekmeğini bu çukurlardan çıkarır. Maden işçileri her ay aralarından onlarcasını yitirirler burada, sonra gömerler toprağa.
Peki, objektife yakalanan bu işçi? Altın mı arıyor, yok hayır mezar kazıyor sanki... Bildiğimiz şu ki ya devamlı kendi mezarını kazacak işçiler ya da kapitalizminkini!
18.40
Altı kara, üstü yeşil Zonguldak… Kara elmas diyarı Zonguldak… Zonguldak deyince, haliyle insanın aklına kömür ve kömüre bürünmüş işçiler geliyor. Maden ocağının dibinde yalnız birbirinin dermanı olduklarını bilir Zonguldaklı işçiler… Biliriz ki maden ocağının üstünde de birbirinin dermanı olduklarını kavradıklarında durum değişecek! Kömür gibi tutuşacak gelen gün; son bulacak sömürü, yücelecek insanlık.
1940 yılında devlet Milli Korunma Kanunu adı altında bir yasa çıkardı. İnsanlar bu yasayla zorunlu çalışmaya mahkûm edildiler. Adına mükellefiyet denilen bu karabasan, II. Dünya Savaşıyla birlikte yoksul köylünün kapısını ikinci kez çalmış olacaktı. Zonguldak, Kütahya, Manisa… Mükellefiyet maden bölgelerinde yine büyük acılara ve ölümlere sebep oldu. On binlerin zorla madenlere indirildiği, kölelik koşullarında çalıştırıldığı bu dönem; Nida Ateş tarafından derlenen “Mükellef İlan Oldu” ağıdında da anlatılır.
Rivayet o ki Roma İmparatorluğu’nda babasının zulmünden kaçan Barbara isimli genç bir kadın, İzmit yakınlarındaki bir madene sığınır. Babası Roma’nın üst düzey yöneticilerinden biridir, zenginliği kadar zorbalığıyla da ünlüdür. Zulmün ne demek olduğunu, sırtlarında şaklayan kırbaçlardan bilen madenciler ise kendilerine sığınan Barbara’yı koruma altına alırlar, onu saklarlar. Uzun süre koruyamasalar da genç kızı, hatıralarından ne zalimin zulmünü ne de Barbara’nın anısını silerler. Gel zaman git zaman, Barbara’nın ruhunun kendilerini koruduğuna, koruyacağına inanır olmuş madenciler…
Kaderleri ortak emekçiler, farklı dillerde de olsa aynı acıları anlattıkları ağıtlar yaktılar tarih boyunca. İspanyol Asturyas madencilerinin ağıtı olan “Santa Barbara Bendita” buna örnektir, Anadolu köylüsünün “Mükellef” ağıtına benzer. İspanyol bir madencinin, ölen arkadaşları üzerine hissettiği acıyı karısına anlatışını konu alır Santa Barbara Bendita... Kendisi de yaralanmış ve gömleği ölen dört sınıf kardeşinin kanına bulanmıştır madencinin. Katliamın üzerinde yarattığı etkiyi anlatır durur karısına, koruyucu olarak bildikleri Santa Barbara’ya kardeşlerini korumadığı için sitem eder.
Anlatırlar ki 1999 yılında, 16 Ağustos’u 17 Ağustos'a bağlayan gece beşik gibi sallanmış İstanbul, İzmit, Yalova, Bursa… Bir yandan diğer yana beşik gibi sallanıp durmuş Marmara… Burnu bile kanamazken varsılların, yıkılmış evleri başlarına yoksulların… “Devlet Baba” ise ortadan kaybolmuş.
Yine anlatırlar ki yoksullar çoluk çocuk, kadın erkek ellerine ne geçtiyse kazmaya başlamışlar. Sevdiklerine ulaşmak için tırnaklarıyla kazımışlar, kazımışlar... Güçten düşenler, yaralılar, yaşlılar çaresizce çökmüş dört bir yana… Günler geçtikçe umutlar tükenmiş, Marmara’dan yürekleri dağlayan ağıtlar yükselmeye devam etmiş.
Derler ki sonra büyülü bir an yaşanmış. Ağıtlar ve hıçkırıklar yavaş yavaş dinmiş, gözyaşları kesilmiş. Kulaktan kulağa fısıltı dolaşmaya başlamış. Başını çeviren anlamış fısıltının nedenini; kör karanlığı yırtan ışık huzmelerini takip etmeye koyulmuş tüm gözler. Fısıltılar, umutlu bir haykırışa dönüşmüş; “Madenciler, Madenciler Geliyor!” Madenciler… İşçi sınıfımızın ağır başlı kahramanları… Derler ki 99’da ölümün üstüne üstüne yürümüşler yine. Bu kez can vermek için değil; Marmara’nın yoksullarına, sınıf kardeşlerine derman olmak için. Olmuşlar da!
En az 301 maden işçisi Soma’da göz göre göre ölüme gönderilmişti. 301 baba, 301 eş, kardeş, evlat… Yitip gittiler tam altı yıl önce! 301 canın kapkaranlık dehlizlerde yitip gitmesini umursamadı zalim egemenler, işçilerin acısını zerre kadar umursamadılar… Onların serveti büyüsün diye 301 kişi ölmüşse ne olmuştu yani? Bu kaderdi, fıtrattı! Neden yükselmişti bu homurtular, bu öfkeli bakışlar kimin haddineydi? Bir kravat, bir parlak elbise, sivri bir kundura çirkince arzı endam etti sonra… Elbette unutmaz yediği o tekmeyi işçi sınıfı, unutmayacak.
İnsanın sureti, yaşamının derin izlerini taşır. Çaresizlik, acı, hüzün, kahır, yoksulluk… Nerede görsek biliriz biz bu izleri, tanırız. Na şurada, yüreğimizde hissederiz. Peki, nereden tanıyoruz bu iki insanı? Ayağında parçalanmış bir kara lastik vardı Recep amcanın… Ayşe teyze “oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı” demişti. Ermenek! Su baskınıyla yaşamı yarım bırakıp giden 18 madenciden yalnızca birinin, Tezcan Gökçe’nin ana ve babası. Peki, ne anlatıyorlar bizlere, ne diyorlar? Ağızları sımsıkı kapalı evet, peki gözleri? Gözleri ne diyor?
Zonguldaklı maden işçileri 1991 yılının Ocak’ında yanlarına eşlerini, çocuklarını, dayanışmaya gelen sınıf dostlarını da alarak Ankara’ya doğru yola çıktılar. Bu şanlı eylemin adı tarihe “Büyük Madenci Yürüyüşü” olarak yazıldı. Bu koca isim her ağızdan döküldüğünde bu fotoğraf akla gelir. Sonra tıpkı ocağın derinlerinden koparılan cevahir gibi iki sözcük kopup gelir yüreğin derinliklerinden, dilin ucuna oturur; “İşçi Seli”. O sel ki sınıf mücadelesinin çetin topraklarından aşındırdığı alüvyonları bereketli bir ovaya dönüştürdü. Bugün o topraklara UİD-DER’li işçiler umut ekiyor. Selam olsun sel olup akanlara! Selam olsun umut ekip zafer biçmeye çağıranlara!
20.45
Sınıf mücadelesi bir deniz gibidir. Suların geri çekilip denizin durgunlaştığı dönemler olduğu gibi, suların yükseldiği, dalgaların hırçınlaştığı dönemler de vardır. Yükselen mücadele yıllarında ölü toprağı silkinip atılır. Birbirinden kopuk işçileri birbirine bağlayan oldukça güçlü bir bağ kurulur. Böylesi dönemlere damgasını vuran bağ, her daim dayanışma ruhu olmuştur.
Tarihe Büyük Grev olarak geçen 1977-78 MESS Grevlerinde işçiler hakları için, güzel günler için çoluk çocuk demeden direndiler. Tırnaklarıyla, dişleriyle direndiler. Dayanışmayla kazandılar.
15 Aralık 1978’de Maden-İş’in “greve devam” kararı aldığı toplantının yapıldığı salonun duvarında asılı dev bir afişte yazan sözler:
DİRENDİM açlığa, zulme ve sömürüye
Güzel günler için DİRENİYORUM
Çocuğumla, eşimle
Tırnağımla, dişimle DİRENECEĞİM.
Maden-İş’in MESS’e karşı sekiz ay boyunca yürüttüğü grev zaferle sonuçlanmıştı. İşçiler “tereddütsüz hazırdık bu kavgaya” demiş ve kazanmışlardı. Bu mücadele “Büyük Grev” adıyla anıldı. Büyük Grev, bu greve katılmış iki metal işçisinin kaleminden şiirlere döküldü.
Onlar,
Üç yüz altmış beş milyoner
Bir avuç para ağası
Biz,
Yani hayatı yaratanların
Önüne dikildiler,
Bizi altmış bini, nasırlı elleri
Ve de evde üç misli
Çoluk-çocuk kuru ekmekle
Midelerini avutan çocuklarımızı
Ve karılarımızı
Açlık ile ölüme terk etmek
İstediler
Bizleri.
Tereddütsüz hazırdık bu kavgaya
Demedik eyvah açız!
Demedik kar, tufan
Kış soğuk…
Demedik odun, kömür yok evde
Onlar çakal cinsinden
Birleşmiş:
Ahmet ağa,
Halit patron,
Mösyü Jak
Çullandılar var güçleriyle
Üstümüze
Onlar tilki gibi kurnaz
Kurt gibi vahşi
Evet, tüm kabiliyet
Onların
Kardeşim!
Fevkalade güçlüdür onlar…
Fakat bizde Maden-İş var
Fakat biz çoktan değiştirdik
Kabuğumuzu
Mücadelede sertleşti irademiz
Zannettikleri gibi kolay yutulacak
Lokma değiliz artık biz!
Şükrü Alkan Derince
Yeni yeni adamlar
Kendi elleriyle yarattıkları
Birbirini izleyip giden
Yeni yeni gökbitimlerinde
Toz duman ateş sıcak demeden
1977 yazında nöbete durdular
Yeni yeni köprüler kurdular kuruyorlar yarınlara…
Yeni yeni adamlar
Bu toprağın insanları
Grev okullarında çelikleştiler
Yeni yeni kızışan kavgada
Ahtapotun kollarına karşı dağlarca dikleştiler
Dünü yaşamak için gelecekte
Yeni yeni adımlar attılar, atıyorlar al tanlara…
Yeni yeni adamlar
Solukları özgürlük barış ekmek rüzgârı
Yürüdüler en önde kaçınmadılar görevden
Yeni yeni atılımlar gönüllerinde
Korkuları yok azgın saldırgan sömürgen devden
Artlarından sökün etti emek ordusu
Yeni yeni katılımlarla sığmadılar, sığmıyorlar alanlara…
Haşim Kanar Keçiören
Direnen Haliç’in kadınları, Alibeyköy’lü kadınlar, tütün işçisi kadınlar, işçi kızlar… Evin içindeki yaşam mücadelesi fabrikalarda grevlerle, alanlarda mitinglerle birleşti 1970’li yıllarda. Başlarında örtüleri, yanlarında çocuklarıyla katıldılar kadınlar mücadeleye.
Başında örtüsüyle işçi kadınlar
en öndeler kol kola yürek yüreğe
dudaklarında bir ağızdan türküler var
kızlar gelinler illa kadınlar
“kahramanlık en çok onlara yakışıyor”
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği yıllar. Tezgâh başında, fabrikada yan yana, omuz omuza çalışan kadınlar sadece üretirken değil, mücadele ederken de “birlikteyiz” diyorlar. 1 Mayıs’ta işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününde el ele verip meydanlara çıkıyorlar.
1975’te Beko Teknik fabrikasındaki kadın işçilerin dayanışma greviyle güçlenen Sungurlar Kazan direnişçileri… Haliç’in Alibeyköy ucunda sıra sıra dizili fabrikalardan biri Sungurlar Kazan fabrikası... 1975’te Sungurlar Kazan işçileri Maden-İş’le sağladıkları örgütlülüğü bozmaya kalkışan patronlarına direnişle karşılık verdiler. Küçük Kazan fabrikasındaki işçiler bir yandan direniyor diğer yandan da Büyük Kazan fabrikasının direnişe katılmasını bekliyorlardı. Çevre fabrikalarda da bu direniş konuşulup tartışılıyordu. Direnişçi işçilerin saldırıya uğradığı, ellerinde sopalarla sabaha kadar fabrikada nöbet tuttuğu o gün, işçilerde yorgunluk ve yılgınlık baş göstermişti. Ta ki kadın işçilerin dayanışma ziyaretine kadar… Bu ziyaret Direnen Haliç romanında şöyle anlatılır; “Otobüsle gelenlerin çoğu işçi kızlardı. Bir an ortalığı gürültüye boğdular. Sesleri bir orman dolusu Ağustos böceğinin hep bir ağızdan çıkardığı gürültüye benziyordu. Büyük bir şamata koparıyorlardı. Derken birbirine karışmış seslerin arasından düzenli bir haykırış yükseldi. Ve çok geçmeden hep bir ağızdan söylenen inanç dolu, yüreklerden kopup gelen bir türküye dönüştü”
Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey!/ Burjuvazinin kafasına vura vura hey!
Güneşli bir günde masmavi göreceğiz Karadeniz’i
Balkaya’dan Kapuz’a kadar, karış karış biliriz bu şehri
EKİ’nin çiçekli bahçeleri, rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla
Paydos saatlerinde yollara dökülen, soluk benizli insanlarıyla
Siyah akar Zonguldağın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası
Orhan Veli
22.00
Her çağda, her dönemde zulme karşı mücadeleler verilmiştir. Bedreddin, 600 yıl önce “Dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır” diye haykırıyordu. Daha iyi bir dünya için Bedreddin’in mücadelesini Nâzım Hikmet 1929'da yazdığı Kablettarih şiirinde hatırlatıyor ve gelecek güzel günleri müjdeliyor:
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla..
bize hâlâ
konduğumuz mirası hatırlatır
bedreddini simavînin boynuna inen satır.
engürülü esnaf ahilerle beraberdik.
biliriz
hangi pir aşkına biz
sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik...
çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan..
ve artık
saçlarımızı tutuşturarak
gecenin evinde yangın çıkaracağız;
çocuklarımızın başlarıyla kıracağız
karanlık camlarını!..
ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil,
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını...
Emeğin romancısı
Romanlarında emekçilerin acılarını, yoksulluklarını konu edinen Orhan Kemal, uzun bir süre ülkenin en eski fabrikalarından biri olan Milli Mensucat Fabrikasında işçi olarak çalıştı. Milli Mensucat Fabrikası yazdığı birçok romanına da esin kaynağı oldu. Mesela, “Bereketli Topraklar Üzerinde” adlı romanında, Orta Anadolu’dan Çukurova’nın sıcak nemli tarlalarında, küf kokulu evlerinde ölüm kalım savaşı veren işçiler anlatılır. Orhan Kemal, tıpkı aynı fabrikada çalıştığı Bekçi Murtaza gibi, gördüğü tanıdığı yüzleri anlattı bizlere romanlarında. Birçok romanı sinema filmlerine ve tiyatro oyunlarına konu oldu. Saygıyla anıyoruz.
İKD’nin Kadınların Sesi dergisinin Mart 1978 sayısında yayınlanan Hikmet Erten adlı Netaş işçisinin, emekçi kadınların MESS grevcileriyle dayanışmasını anlatan şiiri:
Bir pazar yeri ki
Bildiğimiz Pazar yerlerinden
Ve bir tezgâh
Farkı yok diğerlerinden
Tahtadan yapılmış
Bir kadın tezgâh başında
De ki anamız,
De ki bacımız yaşında
Önemli değil.
Yastık kılıfları
Sehpa örtüleri
Kenarları oyalı birkaç mendil
Naftalin kokuları içinde
Dizilmiş tezgâhta yatıyordu.
Pazar yerinde bir kadın
Çeyizlerini satıyordu.
23.10
Tüm sanat dalları gibi sinema da insanın yaşam süreçlerinin doğrudan tanığıdır… Patronlar sınıfı tarafından, emekçi yığınları bilinç olarak fethetmek için tasarlanmış sayısız film üretildi, üretiliyor. Öte yandan sayısı az da olsa işçi sınıfının mücadele tarihi içerisinde sosyalist sinemacıların ürettiği başyapıtlar da bulunuyor. Çekildiği dönemin politik atmosferine dair ipuçları taşıyan filmler…
Modern Zamanlar, Çark, Yumruk, Maden, Kibar Feyzo, Karanlıkta Uyananlar, Güneşli Bataklık ve daha onlarcası… Bu filmlerde kimi zaman bir grev çadırına odaklanır kamera, kimi zaman bir işçi semtine… Kimisinde bir iş cinayetidir filmin konusu, kimisinde sendikalaşma yahut insanlık dışı koşullar… Kenetlenme, dayanışma, mücadele… İnsanlığın önemli değerleri hepsinin vazgeçilmez unsurudur. Duygulandırır, güldürür ve çoğu zaman düşündürür, dönüştürür böylesi filmler… Mücadeleci işçiler için tarih bilinci edinmenin, geleceğe umutla bakmanın muazzam bir aracıdır sinema… İçinden geçtiğimiz bu “zor” dönemde, sinemanın vurucu gücünü, direnç aşılayan yönünü hatırlatıyoruz dostlarımıza… İşçi filmlerinden kimi kesitler sunuyoruz.
00.00
Hep bir ağızdan Enternasyonal Marşı
Avrupa’da faşizmin ve savaş çığırtkanlığının yükselişte olduğu 1930’lu yıllarda Fransa da tüm bunlardan nasibine düşeni alıyordu. Ama 1936 yılında başka ülkelerde olduğu gibi Fransa’da da tüm bunlara karşı işçi sınıfı dişe diş bir mücadeleye atılmıştı. Sokaklarda milyonlar kapitalist sömürüye ve siyasal gericiliğe karşı yürüyüşler yapıyor, fabrikalarda muazzam bir grev dalgası yükseliyor, işçiler saldırılara karşı kendilerini savunuyorlardı. Bu muazzam yükseliş bir süreliğine de olsa patronların gerici heveslerini kursaklarında bırakacaktı. Videoda işçi kortejleri işçi sınıfının uluslararası birliğinin sembolü olan Enternasyonal marşını söylüyorlar.
18 Mayıs - 11.00
Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! Manila Filipinler, 1 Mayıs kutlamaları için çizilmiş bir duvar resmi… Devasa duvar resminde omzunda balyoz olan işçi sert, güçlü ve kararlı bir şekilde bakıyor. Bakışı, aslında kapitalizme karşı işçilerin öfkesinin dile gelmesi… Resmin önünden geçen çocuk sağ elini hafiften kaldırmış, sanki resimdeki işçinin sırtındaki balyoza dokunmak istiyor! İşçilerin birliğini simgeleyen bu çizimi belki de selamlıyor. Filipinler’den Türkiye’ye, Amerika’dan İran’a dünyanın tüm işçileri aynı sınıfın evladıdır. Kapitalizmi yenecek, sömürüye son verecek dünya işçi sınıfına selam!
18 Mayıs - 11.20
Birinci Dünya Savaşı yıllarında insanlık kör bir kuyunun içinde debeleniyor gibiydi. Savaş, açlık, salgın hastalıklar, yitip giden milyonlarca can, dağılan yaşamlar, eşi görülmedik bir yıkım… İşte buydu dünyanın manzarası. 1917’de, bitmeyecek sanılan kara kışın ortasında, adeta bir güneş doğdu dünya haklarının üzerine. Yoksul halklar, ezilenler, işçiler, emekçiler yeniden öğrendiler ümit denilen o muhteşem duyguyu. Haksızı, zalimi, sömürenleri alt etmenin yarattığı coşkuyu soludular taze bir nefes gibi…
İşte Özbekistan’dan bir ses; “şimdi sizin devriniz” diyor işçilere. Ekim Devriminin rüzgârlarının körüklediği coşku ve umutla… Haydi, yine çekelim o rüzgârı ciğerlerimize, yine yaralım karanlıkları Ekim Devriminin ışığıyla!
12.20
1900’lerin başı Amerika… Kapitalist sistemde üretimin ve bölüşümün nasıl tezat olduğunu anlatan bir karikatür… Torbanın en üstünde zenginliğin emek tarafından yaratıldığı vurgulanıyor. Fakat iş bölüşüme gelince, kapitalist bu toplam değerden işçiye ücret diye kırıntı veriyor… Kapitalizmde üretim araçları gibi üretim de toplumsallaşmıştır. Özellikle günümüzde, tüm ülkeler küresel üretim bandının bir parçasıdır. Yani üretilen ürünler işçi sınıfı tarafından topluca üretilmekte, zenginlik topluca yaratılmaktadır. Fakat şu garipliğe bakın ki, iş üretilen zenginliğin paylaşımına gelince kapitalist özel mülkiyetin yasaları devreye giriyor. Bu olgu, kapitalizmdeki tüm çelişkilerin çekirdeği niteliğindedir. Karikatürün en üstünde “Örgütlen ve asıl hakkın olanı al” yazıyor, biliyoruz ki kapitalizm yıkılmadan bu mümkün değil.
çocuklar ahh çocuklar!
hep böyle gitmeyecek ya …
hep böyle yor yoksul,
ışıksız ve ekmeksiz olmayacak ya…
yarı aç yarı tok yatılmayacak ya akşamları hep böyle
hep bir dere kenarı
hep bir kayanın dibi
ya da bir ağacın altı olamayacak ya evimiz
çocuklar ahh çocuklar!
yüzlerinizdeki gülücük
yüreklerinizdeki sevinç
ve ellerinizin kardeşliği ile kurulacak yeni bir dünya
13.55
Byrant and May adlı bir kibrit fabrikasında çalışan kadın işçiler ağır koşullarda, çok düşük ücretlerle çalıştırılmaktadır. Sadece erkeklerin sendikalı olduğu yıllardır henüz. Çalışma koşullarını iyileştirmek ve para cezası uygulamasını kaldırtmak isteyen kadınlar, üç hafta süren bir grev yaparlar. Üstelik Kibritçi Kızlar Sendikası’nı kurarlar. Üç haftanın sonunda patronun tüm yıldırma ve karalama girişimlerine karşı kararlı duruşları ve farklı sektörlerdeki işçilerin dayanışması sayesinde grev kazanımla sonuçlanır. Patron işten atılan işçilerin geri alınmasını, para cezalarının kaldırılmasını ve sendikayı tanımayı kabul eder.
Fotoğrafın tam orta yerinde kararlı, gururlu ve dimdik duran kadın göze çarpıyor, o Jones Ana’dır. Dört çocuğunu ve eşini sarıhumma salgınında kaybetmiş ama yaşama direncini, umudunu, inancını hiç kaybetmemiş. Çocuk işçiler grevinde, çocuklarla birlikte kadraja kararlılığını yansıtıyor. 12 yaşın altında, parmakları kesilmiş, elleri sakatlanmış çocuklar, “Biz yalnızca adalet istiyoruz” yazan dövizler taşıyorlar. Philadelphia’dan New York’a yürüyüş başlatan Jones Ana’nın önderliğinde yürüyorlar. Emekçilerin dayanışmasıyla güçlenen bu yürüyüş sonucunda binlerce çocuk 14 yaşından önce fabrikalara girmekten, o çarkların arasında tükenmekten kurtuluyor.
1907 Harlem New York
En güzel kıyafetleriyle gülümseyen işçi ailelerinin çiçeklerle bezeli bu karesi bir bayram gününe ait değil. 1907-1908 yıllarında Harlem ve Brooklyn’de gerçekleşen “Bu ev kira grevinde” eylemlerinden bir kare bu. Pankartın yanında verdikleri mücadelenin ve sınıf dayanışmasının gururuyla gülümsüyorlar.
1915… Birinci Dünya Savaşı tüm yıkıcılığıyla sürüyor. İskoçya’nın Glasgow kentinde emekçi kadınlar kira grevi eylemi başlatıyor. Fotoğrafta kira grevini başlatan emekçi kadınlar görünüyor. Kadraja gururla poz veriyorlar. Çocuklarıyla birlikte sokağa atılmaya “hayır” diyerek mücadelenin fitilini ateşliyorlar. Govan’ın emektar kadınları, kundaktaki bebekleriyle birlikte tahliye edilmeye çalışılan eve doğru yürüyorlar.
14.50
Bir şeyleri kutluyorlar sanki ama neyi? Tablonun üzerindeki parçalanmış zincirin içinde şöyle yazıyor: “Zulüm Çöktü ve Zincirler Kırıldı!” 1917 Ekim Devrimi… İşçi sınıfının yiğit kadın önderlerinden biri, Rosa Luxemburg şöyle demişti; “Hareket Etmeyenler Zincirlerinin Ne Kadar Ağır Olduğunu Bilmezler!” Takvimler 1917’yi gösterdiğinde, Çarlık Rusya’da harekete geçti işçi sınıfı… Savaştan, kan ve gözyaşından, sömürüden, zulümden bıkıp usanmışlardı, dünyanın tüm ezilenleri için harekete geçtiler. Ekim’de işçiler iktidarı ele geçirdiler. Ve nihayet yıkıldı Çarların, Çariçelerin, hanımların, beylerin iktidarı! Vakurla taşıdıkları levhada yazdığı gibi; “Zulüm Çöktü ve Zincirler Kırıldı!”
Fotoğraf siyah-beyaz, henüz renklendirilmemiş. Fakat anlıyoruz ki renklenmiş işçilerin, yoksulların, emekçi kadınların hayatı… Büyük iş başarmanın kıvancıyla yürüyor işçi sınıfının mücadeleci kadınları… Tarihin yelelerini ellerine geçiren, tarih nehrinin yatağını değiştiren sınıfın kadınları yürüyor. Önlerinde aralarında çocukları dikkat çekiyor. Çoluk çocuk, kadın erkek bir yandan da gülümsüyorlar. Bir halk gülümsüyor Rusya’da! Bu dev gülümseme bir asır öncesinden, Ekim 1917’den evlerimize konuk oluyor. Bir asker birilerini selamlıyor, belki de bizi… Hadi ne duruyorsunuz yıkın artık bu kapitalizmi diyordur belki de, kim bilir…
16.30
1800’lü yıllar… ABD’de büyük sanayi kentleri kuruluyor. İşçi sınıfı serpilip gelişiyor. Kadınlar işçi sınıfının saflarını doldurmaya başlıyor. Yoksul emekçilerin kız çocukları Lowell kasabasının fabrikalarına akıyor, işçileşiyor. Fabrikalarda birlikte pamuk dokuyan kızlar, Fabrika Kızları, mücadeleleriyle geleceği de dokuyor. “Mill Girls” yani Fabrika Kızları’nın mücadelesi bugün ABD’li işçi kadınlara ve dünyanın tüm işçilerine ilham vermeye devam ediyor.
17.40
Sonu görünmeyen muazzam bir insan denizi! İğne atsan yere düşmez dediklerinden… Bu muazzam kalabalığın sahipleri İngiltere’de 6 gün boyunca genel grev yaparak hayatı durduran işçiler… Yıl 1926. Yer İngiltere’nin Bolton kenti. Ülke çapında 1 milyon 700 bin işçi greve çıkmıştı. Grevin başladığı 4 Mayıs günü adeta hayat durdu. Gazeteler basılmadı. Bolton’dan kalkan bütün trenler durdu. Gece yarısı ise tramvaylar çalışmaz oldu. Yetkililer tren ve otobüsleri işletmek için çoğu küçük-burjuva üniversite öğrencilerini kullandılar. Londra limanlarından malzeme yüklemek için asker gönderdiler. Polis ve işçiler arasında çatışmalar yaşandı ve en az 4000 grevci tutuklandı. Altı gün süren grev, çeşitli nedenlerle kazanımla sonuçlanmasa da ülke çapındaki etkileri çok büyük oldu. Grev, 1917 Ekim Devriminin dünyada estirdiği rüzgârın İngiltere’ye yansımasıydı. İşçi sınıfının içindeki devrimci ruh uyanmıştı adeta. Dönemin burjuva gazeteleri grevin devrime dönüşmesinden duydukları korkuyu yazdılar. Örneğin Daily News, bu grevin sıradan bir ekonomik grev olmadığını, hükümeti yıkabilecek ve halkın özgürlüğünü elinden alabilecek bir devrimci hareket olduğunu yazıyordu.
Bundan neredeyse yüz yıl önce, 1926’da, Britanya’da gerçekleşen genel grevden bir kesit. O günün teknolojisi henüz o kadar gelişkin değil. Görüntüler siyah-beyaz, görüntülerdeki insanların sesleri yok. Ama bir milyon 700 bin işçinin meydanlara döküldüğü, koca ülkeyi sarstığı 1926 Genel Grevinin büyüklüğünü, işçilerin öfke ve kararlılığını görmek için çok gelişmiş bir teknoloji olması gerekmiyor. Bu siyah beyaz insan seli tek vücut olmuş işçilerin gücünü gösteriyor. Arkada çalan şarkıda dediği gibi “işçi sınıfının kahramanları” yürüyor.
18.30
Kanada’nın Fraser Nehri, altına hücum döneminden beri ünlüdür. Ama hepsi bu kadar değil. Fraser kıyısındaki demiryolu inşaatında çalışan işçiler 1912 yılında greve çıktılar. Daha kısa işgünü ve daha yüksek ücret talep ediyorlardı, çalışma ve yaşam koşulları iyileşsin istiyorlardı. Greve çıktılar ve unutulmaz bir mücadele verdiler. Direnen o işçiler için, Kanada’nın Fraser Nehri kıyısındaki demiryolu inşaatında çalışan o işçiler için bir şarkı yazıldı. O şarkı işçilere “kulak verin anlatacaklarıma” diyor. O halde kulak verelim Fraser’lı kardeşlerimize…
19.40
1920’lerin başları… “Kükreyen yirmiler” olarak adlandırılan yıllar. ABD’de baş döndürücü bir üretim patlaması yaşanıyor, borsalar yükseliyor, ekonomi adeta kükrüyordu. Egemenler zenginlik ve mutluluk rüyaları anlatıyordu. Ancak bu yılların sonu, Büyük Çöküşün başlangıcı olacaktı. Takvimler 24 Ekim 1929’u gösterdiğinde, ABD’de herkes bambaşka bir güne, bir kâbusa uyandı. Şirketler iflasa sürüklendi; fabrikalar, tersaneler, madenler kapandı. Adına Büyük Buhran dedikleri bu kriz, borsanın ve sanayinin kükreyişini dize getirmişti. Bazen söz biter ve sadece gerçek kalır: İşte 1930’ların başında emekçilerin itildiği yaşam…
Kısa süre içinde 15 milyon işçi işten atıldı. Sokaklar işsiz ve aç dolaşan insanlarla dolup taştı. 1932 yılının New York’undan bir fotoğraf… ABD’li işçiler, ip gibi dizilmişler. Sıra arkalara uzadıkça genişlemiş, fotoğrafçı kadrajı öyle güzel oturtmuş ki bu işçi yığınının sonsuzluğunu verebilmiş bizlere… New York’un belediye lojmanlarında ücretsiz akşam yemeği yemek için saatlerce bekleyen işçilerden oluşan bir kuyruk. “Rüyalar Ülkesi” ABD’nin fotoğrafı bu. Bugün de durum farklı değil. Son 4 hafta içinde 36 milyon işçi işten atılmış durumda…
Florence Owens Thompson, henüz 32 yaşında Amerikalı bir anne, bir çiftçi. “Migrant Mother” diyorlar ona yani “Göçmen Anne.” Büyük Buhran yılları... Yoksulluğun yüzde yetmiş beşlere çıktığı, kitlelerin sefalete sürüklendiği yıllar. Kucağında bebesiyle kederli, öfkeli gözlerle dalmış düşüncelere. Nasıl yapmalı, nasıl kurtulmalı bu çıkışsızlıktan? Bir ikona dönüştürülmüş Göçmen Ana. Hâlâ onca acının reva görüldüğü milyonlarca ananın temsili olmaya devam ediyor. Hasan İzzettin Dinamo’nun Savaş ve Açlar’ından fırlayan bizim Şakire gibi. Dul kalmış, bin bir zorluk içerisinde çocuklarına kol kanat germeye, hayata tutunmaya çalışan onurlu bir ana…
20.40
1929 sonrasında Amerikan işçi sınıfı susup kaderine razı olmaz ve büyük bir grev dalgası başlar… İşte o grevlerden bir sahne: Coşkuları, mutlulukları nasıl da yansımış fotoğrafa. Ağız dolusu gülüşleriyle o kadar canlılar ki, sanki biraz kulak kabartsak sloganlarını, şarkılarını duyacağız! Haksızlığa karşı mücadele etmenin verdiği haklı gururun yarattığı mutluluk başka hiçbir şeye benzemez. Bu gencecik kadınlar 27 Şubat 1937’de Woolworth’un Detroit’teki en büyük mağazasında “grev” diyerek mağazayı işgal eden 108 kadından birkaçı. Talepleri sendikanın tanınması, ücret artışı, 8 saatlik iş günü, 48 saatlik çalışmanın ardından tatil, fazla mesai ücreti, işe yeni alınacak işçilerin de sendikalı olması ve işe döndükten sonra grevci işçilere ayrımcılık yapılmamasıydı. Onlar işgal eylemini sürdürürken erkek işçiler çocuk bakımı ve ev işlerini üstlenerek grevci kadınlarla dayanışma gösterdiler. İşgal kazanımla sonuçlandı ve talepleri kabul edildi. Hem de sadece grevde olan 2 mağaza için değil bütün Woolworth mağazaları için…
21.40
Romalı egemenler kurdukları sınırsız imparatorluğun asla yenilmeyeceğini düşünüyorlardı. Kibirden başları öylesine dönmüştü ki, dünyaya hâkim olacaklarını sanıyorlardı. Bu yanılgı, diğer imparatorlukları, krallıkları, devletleri ve onların egemenlerini de hep takip etmiştir. Zaten kibir egemen sınıfın düşünce yapısının doğal sonucudur. Emekçilerin emeği sayesinde kurdukları düzeni, sanki kendileri yoktan var etmiş gibi hisseder, kendilerinde ilahi bir güç varmış vehmine kapılırlar. Peki, tarihe bir bakalım? 1917-18 arasında, kudretli Alman, Osmanlı, Rus ve Avusturya imparatorlukları çöktü. Tüm Roma sınırlarına duvar çekmeyi hayal ederek İmparatorluğu ayakta tutabileceğini sanan Hadrianus uyansa, beyhude çabasından dolayı pişmanlığını ifade eder miydi? Etmezdi! Çünkü sömürü varsa kibir de vardır. Ama kibir dağları egemenleri kurtarmadı, kurtarmayacak!
22.30
1935 yılında Halk Cephesi’nin bir mitingi. İşçi sınıfı partileriyle cumhuriyetçilerin bir araya gelerek kurduğu Halk cephesini işçiler, yoksul köylüler büyük bir umut ve coşkuyla selamlıyorlar.
İspanya… Yürekli kadın ve erkek işçilerin, mücadeleci Asturya madencilerinin ülkesi... Egemenlerin tüm baskılarına ve zulmüne rağmen her seferinde ayağa kalkmayı başarmış, mücadele geleneğinin kesintiye uğramasına izin vermemiş emekçilerin ülkesi... Uzun yıllarını egemenlerin çıkar çatışmaları dolayısıyla yapılan darbelerle geçiren İspanya’da, 1931’de cumhuriyet ilan edildi. Ancak ne köylülere sözü verilen toprak reformu yapıldı ne de işçilerin beklediği haklar verildi. Bunun üzerine ülke çapında başlayan protestolar, toprak işgalleri, grevler hiç durmadı. Egemenler istedikleri “düzeni” sağlamakta zorlanıyorlardı. 1936 yılında emekçilerin büyük çoğunluğunun desteklediği Halk Cephesi’nin seçimleri kazanması da yatıştıramamıştı ülkedeki kaynamayı. İspanya hızla devrime gidiyordu! Dünyada faşizm rüzgârları eserken faşist Franco birlikleri işçilerin, yoksul köylülerin hareketini bastırmak için İspanya’ya girdi. Üç yıl süren iç savaşın ardından Franco faşist diktatörlüğünü ilan etti. Ama faşizme karşı mücadele eden yiğit kadınlar, işçiler, emekçiler diz çökmediler Franco’nun çizmelerinin önünde! Faşist rejim ilerleyen dönemde işçilerin bir araya gelerek örgütlenmesini engelleyemedi.
İspanya’dan yine bir insan seli manzarası… La Plaza Meydanını hınca hınç dolduran kitlenin yalnızca bir kısmı görünüyor. Kitle yüzünü başka yere dönmüş olsa da fotoğraflarının çekildiğini gören birkaç İspanyol emekçi, objektife çevirmiş gülen bakışlarını. Yüzlerinde zafer kazanmış olmanın gururu ve coşkusu var. 1936 yılında yapılan seçimlerde destekledikleri Halk Cephesi’nin seçim zaferini kutluyorlar.
Kimimiz altmışındadır kimimiz gitti daha ötelere kimimiz bir avuç kemiktir çoktan
İspanya gençliğimiz
İspanya bir kanlı güldür göğsümüzde açılmış
İspanya arkadaşlığımız ölümün karanlığında
İspanya arkadaşlığımız aydınlığında altedilmez umudun
ve koca zeytin ağaçları yırtık pırtık ve toprak sarı ve toprak kırmızı ve delik deşik
kimimiz altmışındadır kimimiz gitti daha ötelere kimimiz bir avuç kemiktir çoktan
39’da düştü Madrid
acı tatlı neler geçti o gün bugündür başından insanoğlunun
İspanya 39’da düştü
öfkeli sıcak sesi geliyor Asturya madenlerinden 62’de
Bilbao’da aydınlığı alt edilemeyen umudumuzun
İspanya gençliğimizdi İspanya gençliğimizdir
İspanya alınyazımızdadır hepimizin
20 Mayıs 962, Moskova Nâzım Hikmet
Onlar ölmediler yok,
Ateş fitiller gibi:
Dimdik ayakta,
Barut ortasındalar!
…
Analar, onlar ayakta
Buğday içindeler, onlar,
Yücelerden yüce dururlar:
Dünyayı doruktan seyreden,
Bir öğle güneşi gibi…
…
Ben ölmedim der,
Yumrukları;
Yukarı kalkık yumrukları,
Daha.
Bunca yere düşmüşlerden,
Yenilmez bir hayat doğar:
…
Analar
Dursun,
Dursun yas esvaplarınız.
Yığın derleyin
Gözyaşlarınızı;
Bir metal oluncaya kadar:
Bununla vuracağız,
Gündüz gece;
Bununla çiğneyeceğiz,
Gündüz gece;
Bununla tüküreceğiz
Gündüz gece
Kin kapılarını,
Kırıncaya kadar.
Pablo Neruda
23.20
Videodaki görüntüler, 1937’de Amerika’da otomobil işçilerinin grevlerinden, çeşitli sektörlerde ve ayrıca madenlerde verilen mücadelelerden sahneler içeriyor. 15 farklı kentte 150 bin işçiyi kapsayan grevde, işçiler General Motors patronuna ve üzerlerine salınan polise karşı sert ve kararlı bir mücadele sergilemiş ve sonunda kazanmışlardı.
ABD’de 30’lu yıllar işçi sınıfı ile patronlar sınıfı arasında büyük kavgaların yürüdüğü yıllardır. 1929 krizinin sefalete ittiği her sektörden işçiler, emekçiler bu durumu kabul etmediler ve harekete geçtiler. İşsizlerin mücadelesi, otomobil fabrikalarında başlayan sendikalaşma hareketleri müthiş bir grev fırtınasına dönüştü. Çetin bir kavganın yürüdüğü yerlerden biri de Harlan Madeni’dir. Harlan madencileri patronların yanında saf tutan satılmış sendika yerine başka bir sendikada örgütlenmeye karar verdiklerinde şerifiyle, hakimi ve savcısıyla devlet ve şirket sahipleri saldırıya geçtiler. Madencilerin talepleri “vatan hainliği” olarak gösterilmeye, işçi evleri şerif ve çeteleri tarafından basılmaya, işçiler ve aileleri darp edilmeye hatta öldürülmeye başlandı.
Sendika üyesi ve iyi bir örgütçü olan madenci Sam Reece de öldürülmek istenen kişilerden biriydi. 1931 yılında Şerif Blair ve şirketin kiralık muhafızları tarafından Reece’in evi basıldı. Fakat Reece öncesinden bilgi aldığı için evden ayrılmıştı. Şerifin baskını sırasında Reece’in eşi Florence Reece ve çocukları evdeydi. Florence Reece, o an grevcilere yardım etmek için bir şeyler yapması gerektiğini hissederek, mutfaktan kopardığı bir takvim yaprağına “Which side are you on?” yani “Hangi Taraftasın?” şiirini karaladı:
Gelin hepiniz, ey yoksul işçiler
Size güzel haberlerim var
O köklü ve güçlü sendikamız
Bizleri örgütlemeye geldi.
Hangi taraftasın?
Harlan Kasabasına gidersen
Yoktur orada tarafsız kimse
Ya sendikalı olacaksın
Ya da Şerif Blair’in haydutlarından
Başımızda nöbet tutmaları gerekliymiş
Çocuklarını eğitmek için
Lüks içinde yaşıyor onların çocukları
Bizimkiler sefalet içinde
Baylar, buna katlanabilir misiniz?
Söyleyin bana, nasıl katlanabilirsiniz?
Alçak bir grev kırıcı mı olacaksınız?
Adam gibi adam mı?
Babam bir madenciydi benim
Şimdi kara listelerde, işsiz
Sizinle olacak o işçi kardeşlerim
Mücadelemiz zafere ulaşıncaya kadar!
Yazdığı şiiri eski bir kilise melodisiyle birleştiren Florence ilk kez kızlarıyla birlikte “Hangi taraftasın?” şarkısını sendika salonunda madencilere söyledi. Daha sonrasında Florence’ın ortaya çıkardığı eser grevcilerin marşına dönüştü ve dönemin mücadeleci müzisyenleri tarafından sahiplenilerek yeniden bestelendi. Büyük buhran döneminde işçilerin yaşadıkları sefalet koşullarında “Kanlı Harlan”dan gelen böylesi bir sesleniş, yıllar geçtikçe eşitsizliğe karşı mücadelede bir sembol haline geldi.
23.45
00.00
Sanayi devrimi döneminde yaşamış İngiliz bir kadın romancı yazdığı romanın kahramanının ağzından şöyle diyordu: “Sanırım cehennemi gördüm, cehennem beyaz, kar beyaz…” Çünkü o bembeyaz pamuk, dokuma tezgâhlarında ipliğe, kumaşa dönüştükçe küçücük işçi çocukların ömrü yitip gidiyordu, kar beyazı tozların içinde. Ciğerleri parçalayan öksürüklerle sarsılan genç, cılız bedenler durup dinlenmeden çalışıyor, sonra makinelere kurban oluyordu. Sonra her şey simsiyah oluyordu, simsiyah. Ve işçi çocuklar için ölmek, acıların dinmesi demekti çok kez. Dokuma fabrikaları gibi pamuk tarlaları da elleri, adımları küçücük çocukların, gençlerin, kadınların alın teriyle beyaza dönüyor ve o beyazlık cehennemî bir beyazlık. İşte kapitalizm bu! Bulut beyazı, pamuk beyazı, süt beyazı bile anlamını yitiriyor…
Ama durun, durun ve dinleyin: O pamuk tarlalarından türkü sesleri geliyor. Pamuk toplayan işçi çocukların yüreği her şeye rağmen kıpır kıpır, onlar uzak hayallerine çengel atmak istiyor. İşte biz o hayallere sevdalı, işte biz o hayalleri gerçek kılmaya ant içmiş bayrak yarışçılarıyız. Koşuyoruz var gücümüzle! Adımlar küçük olsa da, hayaller uzak olsa da, insanlar karşı dursa da koşuyoruz. Yola çıktık bir kere, istim aldık bir kere, hedefe kilitlendik bir kere, kim durabilir önümüzde! UİD-DER Müzik Topluluğu umut edenler, koşanlar için söylüyor.
Ne güzel bir koşudur bu! Ne güzel bir yoldur bu!
Koş çocuğum koş! Hedef önünde, bayrak ellerinde, umut sende… Koş çocuğum koş!
19 Mayıs 2020 - 11.00
12.20
Gökdelenler, piramitler, kanallar… Binlerce yıl ötelerden günümüze uzanan tarih, aslında emeğin serüvenidir. Milattan önceye, firavunların Mısır’ına gidelim mesela... Devasa kayalardan piramitler dizenler bizimkilerdir. Olayların tam ortasında emek ve ter vardır. Mesela alın başınızı gidin mühendislik harikası dedikleri Giza piramitlerine… Sonra oradan hareket edip Roma’ya gidip Panteon tapınağını bir ziyaret edelim. Sonra isterseniz İspanya’ya geçip ve La Sagrada Familia kilisesini dolaşalım. Hindistan’a uğradığımızda şu ölümsüz Tac Mahal’i gezmeden dönmeyelim. İsterseniz Latin Amerika’ya geçip Panama’ya uğrayalım. Atlas okyanusunun sularını Pasifikle buluşturan kanalı bizimkiler kazmıştır. Yani yine olayların tam ortasında emek ve ter vardır. Alın kardeşlerim, alın başınızı gidin istediğiniz zamana ve istediğiniz yere... Yerin altı ya da üstü hiç fark etmez… Göreceksiniz olayların tam ortasında muhakkak emek ve ter vardır. Göreceksiniz emeğin değdiği yeri ve alınlardan akan teri! Usulca bakın etrafınıza… Bir yerlerde koca koca harflerle muhakkak yazılıdır: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.”
Mısır, Giza Piramitleri
Mısır, İkinci Ramses’in heykelleri, büyük tapınak.
İtalya-Roma, Pantheon tapınağı… Her bir sütunu tek parça taşlardan oyularak yapılmış ve üç bin kilometre öteden, Mısır’dan getirilerek inşa edilmiştir.
İspanya, La Sagrada Família kilisesi.
Hindistan, Tac Mahal
Amerika New York, 1932. Rockefeller Center’ın tepesinde mola vermiş işçiler.
13.30
Beynimizi ele geçirip bütün insani duygularımızı köreltmeye çalışıyorlar. Bugünlerde bizlere unutturmak istedikleri şeylerin en başında dayanışma, birlik ve mücadele geliyor. “Kendini düşün”, “arkadaşından uzak dur”, “sus, konuşma”, “aman sakın onu dinleme” vb. Konuşursan, dertleşirsen onun dertlerine ortak olursun. Bu da demek oluyor ki birlik olursun. Hele bir de yanında yer alırsan örgütlenmiş olursun. Birlik olup dayanışırsak, örgütlenirsek her şeyin üstesinden geliriz. Örgütlülük her şeyin panzehirdir. Kapitalizme karşı da panzehirini içmeyi unutma işçi kardeşim.
1930’larda ABD’li işçiler… Büyük pankartta %100 Sendika yazıyor. Alttakinde ise direnişlerinin kaçıncı günde olduğunu ve kararlılıkla devam ettiklerini belirtmişler. Fotoğraf tam da direniş gününü güncellerken çekilmiş. Demek ki 46 gündür sendikalarının tanınması için mücadele ediyorlar. 1929 krizinde patronların açlığa ve sefalete ittiği ABD’li işçiler sessiz kalmadılar. 1930’lu yıllar boyunca grevler, direnişler, protesto yürüyüşleri eksik olmadı.
1937 Amerika… Siyahî emekçilerin oluşturduğu bir kuyruğa bakıyoruz… 1929 krizinin yıkıcı sonuçlarının ardından bir de sel vurmuş bu yoksul siyahî mahallesini… Şanslı olanları birkaç ekmek ve çocukları için giysi alabilecekler. Önünde durdukları reklam panosunda yüzünden mutluluk fışkıran bir aile… Tam Amerikan Rüyası’na uygun bir görünüm… Panonun en üstünde “dünyadaki en yüksek yaşam standardı” yazıyor. Panonun sağında yazanları ise “Amerika gibisi yok” biçiminde çevirebiliriz. Gerçeklik ile egemen propaganda arasındaki tezatlık ancak bu denli çarpıcı yansıtılabilirdi. Emekçiler, arkalarındaki hayli ironik reklam panosunu görünce ne hissettiler acaba? Pano sanki dalga geçiyor önündeki kuyrukla, kuyruktakiler ise sanki bilerek sırt çevirmişler panoya…
13.45
1929’da Kuzey Karolina eyaletindeki Gastonya kasabasında tekstil işçileri grevdeydi. İşçiler, Ulusal Tekstil İşçileri Sendikasında örgütlenmişlerdi. Ella May Wiggins sendikalı bir iplik eğirme işçisiydi. Sendikayı ortadan kaldırmak isteyen patronlar, grevci işçileri Gastonya polis şefini öldürmekle suçluyorlardı. 16 işçinin cinayet suçlamasıyla yargılandığı davanın duruşma gününde Ella May, bir şarkı söylemeye başlar ve diğer işçiler Ella’nın sözlerini tekrarlayarak bu şarkıya coşkuyla karşılık verirler.
“Daha güzel kıyafetler giyebildiğimiz ve daha iyi evlerde yaşayabileceğimiz Güney’de
Bütün Güney’de örgütlenmiş bir sendikamız olacak
Şimdi birlik içinde olmalı ve patronlara şöyle cevap vermeliyiz:
Bizler asla ama asla sendikamızın yok olmasına izin vermeyeceğiz!”
Bu şarkı Gastonya tekstil işçilerinin grevinin simgesi haline gelir. Ama Ella polis tarafından katledilir ve grev yenilir. Ella öldürüldüğünde henüz 29 yaşındadır. Çok güzel sesi olan, işçileri yüreklendirmek için şarkılar yazan, daha güzel bir dünya için mücadele eden sosyalist bir kadındır. 9 çocuğunun dördü boğmacadan ölmüştür. Anneleri çalışırken komşuların baktığı 5 çocuk Ella’nın öldürülmesiyle yapayalnız kalmıştır. Fakat ne işçilerin mücadelesi ne de Ella’nın çektiği acılar boşa gider. 1934’te yine Gastonya işçilerinin başlattığı grev dalgası tekstil patronlarının uykularını kaçırır. Tekstil işçileri pek çok kazanım elde ederler.
Aşağıdaki videoda Ella’nın görüntüleri eşliğinde torunu, Ella’nın en bilinen şarkısını, Fabrika İşçisi Annenin Ağıdı’nı söylüyor ve patronların acımasızlığını anlatıyor. Ağıda, ABD işçi sınıfının mücadelesini anlatan şarkılarıyla bilinen Pete Seeger devam ediyor.
14.05
Bilinen ilk grev tablosu olarak kayda geçen bu tabloyu, Alman bir ressam olan Robert Koehler Münih’te çizdi. Ancak tablo ilk olarak ABD’de sergilendi. Üstelik 8 saatlik iş günü hakkı için verilen mücadelenin doruğa çıktığı 1886 yılında! Bu zamanlama, tablonun çok sayıda kopyası çıkarılarak elden ele dolaşmasını ve dönemin emek hareketinin bir sembolü haline gelmesini sağladı.
Şimdi tabloya yakından bakalım. Kasvetli bir gökyüzü… İşçiler dumanları tüten gri fabrikalardan, koşarak aşağıdaki binaya doğru akıyorlar. Muhtemelen fabrika sahibi olan silindir şapkalı bir adam, onunla tartışan işçi liderine sabit bakışlarla bakıyor ve “şimdi nereden çıktı bu iş durdurma, ne istiyor bu işçiler?” biçiminde düşünüyor. Adamın yardımcısı tedirginlikle elleriyle oynuyor. Her bir işçi farklı bir ruh halinde resmedilmiş. Belli ki henüz tam bir örgütlülük sağlanmış ve bir plan çizilmiş değil. Öfkeyle yumruğunu kaldıran, eli kafasında düşünceli duran, aceleden ceketini giymeyi bile bekleyememiş, birbiriyle hararetle konuşan, birazdan kopacak fırtınaya hazırlık için elini yerdeki taşa götüren işçiler var tabloda. Tablodaki gerilim o kadar belirgin ki, gökyüzünü kaplayan gri dumanlarla işçilerin gerilimi bir bütünlük oluşturuyor. Fırtına koptu kopacak…
Birçok insanın bildiği ve bugün de çokça kullanılan kapitalizm piramidi karikatürü, aslında çok eskilere aittir. 1911 yılında ABD’de “Industrial Worker” gazetesinde yayınlanmıştır bu karikatür. Resimde zengin azınlığın ve ona hizmet eden kurumların üstte, işçilerin, yoksulların altta olduğu gerçek bir “sosyal piramit” gösteriliyor. Sermayeyi temsil eden para torbası en tepede duruyor. En tepedeki para torbası ya da sermaye, Marx’ın ifadesiyle patronlar sınıfını da kendisine köle yapmıştır. Çünkü bu düzende sermaye sınıfı, arabanın önüne koşulmuş at gibidir. Onlar o arabayı çekmek, işçileri sömürmek ve sermayeyi büyütmek zorundalar! Bir kez düzen böyle kurulmuş, çarklar bu doğrultuda dönmeye başlamıştır. Bu yüzden kapitalizm yıkılmalıdır! İşçi sınıfı kapitalizmi yıktığında tüm insanlığın kurtuluşunun önünü açmakla kalmayacak, aslında sermayenin yarattığı her türlü köleliğe de son verecek!
Yıl 1937. İspanya’da iç savaş var. Egemenler işçilerin iktidar mücadelesini bastırmak için her türlü yola başvururlar. Franco Nazilerin ve faşist İtalyan kuvvetlerinin yeni uçaklarını Guernica kasabası üzerinde test etmelerine izin verir. 26 Nisan 1937’de Guernica bombalanır. Bombalama sonrası kasabada o güne kadar görülmedik ölçüde büyük bir katliam yaşanır. Bombalamadan sonra Guernica adeta yerle bir edilmiştir. Kasaba üç gün boyunca yanar.
Paris’te yaşayan ressam Pablo Picasso, Guernica’nın bombalandığını gazetelerden öğrenir. Sanatçı kendi ülkesinden yüzlerce kilometre uzaktaki bir kasabada yaşananlara duyarsız kalmaması gerektiğini ve bir şekilde yaşanan katliamı, bombaların yaktığı ateşte yanan insanlığı, savaşın yıkıcılığını anlatması gerektiğini düşünür. Tam da bu sıralarda İspanyol hükümeti Paris’te gerçekleşecek olan Dünya Fuarı’nda sergilenmesi için Picasso’ya bir tablo siparişi vermiştir. Yaklaşık 2 ay kadar bir süre içinde Picasso tabloyu bitirir. 3,5 metre yükseklik ve 7,8 metre genişlikteki tuvalini boyarken paletine savaşın siyahlığı ve küllerin griliği egemen olmuştur.
Günümüzde en büyük savaş karşıtı resim olarak kabul edilen Guernica’da neredeyse her figürün bir anlamı vardır: Resmin ortasında sırtına mızrak saplanmış olan at, zorba güçler tarafından acı çeken insanları, atın başının önünde belirsiz gözüken güvercin ağlamaktan başka yapacak bir şeyi olmayan barışı anlatır. Atın yanına düşmüş sürücünün kırılmış kılıcı yenilgiyi anlatsa da kılıcın içinden çıkan çiçekler umudu simgeler. Resmin ortasında üst kısımda, göze ve güneşe dönüşen bir ampül parlamaktadır. Bu ampulün hemen yanında bu vahşi sahnelere tanıklık ederek camdan içeri girmekte olan, korku dolu bir kadın figürü vardır. Kadın, elinde yanan bir gaz lambası taşır. Resimdeki ampul ve lamba ve arka planda kullanılmış olan gazete parçaları İspanya’da gizlenmek istenenleri er ya da geç tüm dünyanın göreceğini anlatmaktadır. Sol tarafta yer alan büyük gözlü boğa, kucağındaki ölü çocuğa ağlayan bir kadının üzerinde durur. Boğa İspanya’dır, ama bu kızgın boğa faşist İspanya iktidarını akla getirmektedir. Kadın adeta iktidardaki faşist rejime bu acıyı kendisine neden yaşattığını sormaktadır.
Franco hükümetinin iktidarda olduğu süre boyunca resmin İspanya’ya girmesi yasaklanırken, eser birçok ülkede sergilenir.
Resimdeki heykel Hiroşima Barış Parkı’nda bulunuyor. Elinde bir turna kuşu tutan kız çocuğu Sadako Sasaki. Sadako, İkinci Dünya Savaşı’nda Hiroşima’ya atılan atom bombası sonucunda lösemi hastalığına yakalanıp ölen binlerce çocuktan yalnızca bir tanesi. Arkadaşları Sadako’nun şahsında atom bombası yüzünden ölen çocukların anısına Japonya’nın dört bir yanından topladıkları parayla 1958 yılında bu heykeli yaptırırlar. Sadako’nun turna kuşu tutan elinden yerlere kadar sarkan rengârenk kâğıttan yapılmış yüzlerce turna kuşunun asılı olduğunu görüyoruz. Bunlar da her yıl 6 Ağustos Barış Günü’nde dünyanın dört bir yanından yapılıp yollanan turna kuşları. Sadakoların egemenlerin kâr hırsları uğruna yaşamdan koparılmadığı, barış dolu daha güzel bir dünya isteğinin simgesi. Savaşların son bulduğu, çocuklarımızın yarınlarının, hayallerinin, yaşam isteğinin egemenlerin çıkarları uğruna çalınmadığı bir dünya için kavgamız sürüyor.
14.50
Hoşnutsuzluk mırıltıları 1960’ın fırtınalı yazı boyunca Liverpool Rıhtımlarını dolaşıyordu. Hayal kırıklığına uğramış liman işçileri, Temmuz ayı başlarında ücretlerde artış talebiyle greve gitti ve kısa süre sonra kentin denizcileri de onları izledi. Limanda her şey durmuştu, emek ordusu gücünü göstermişti.
1966 yılında Belçika’da FN Herstal silah fabrikasında çalışan 3000’den fazla kadın işçi üretimden gelen güçlerini kullanarak greve çıktı. “Eşit işe eşit ücret” talebiyle sürdürdükleri grevde sendikalarını da harekete geçiren kadın işçiler, ulusal ve uluslararası düzeyde dayanışmanın örülmesini sağladılar. Ellerinde taşıdıkları “Sosyal Adalet İçin Birleş”, “Flamanlar ve Valonlar Mücadele/Kavga İçin Birleşin” yazılı dövizlerle meydanlara aktılar. Üç ay süren grevlerini kazanımla sonuçlandıran kadın işçilerin “eşit işe eşit ücret” mücadelesi bugün de sürüyor elbette.
7 Haziran 1968 günü Londra’da Ford Dagenham fabrikasında dikiş makinelerinde çalışan 187 kadın işçi “eşit işe eşit ücret” talebiyle greve gitti. Erkeklerle aynı işi yaptıkları halde onlardan daha düşük ücret alıyorlardı. Dagenham’daki grev devam ederken Halewood fabrikasındaki 195 kadın da greve çıkarak onlara katıldı. Sendikanın genel merkezi onları desteklememesine rağmen yılmadılar ve mücadelelerini sonuna kadar götürdüler. Grevin başarısı sadece ücretlerinin yükseltilmesini sağlamak olmadı. Ülke genelinde kadın işçilere güç ve güven verdi, sendikalı kadın işçi sayısının artmasını sağladı. Fotoğraftaki grevci kadın işçiler, “Ford makinistleri vasıflarının/yeteneklerinin tanınmasını istiyor” pankartı taşıyorlar.
15.15
Direğe tırmanan bir gencin göz hizasından bakıyoruz zapt edilmiş bir meydana… Meydan hıncahınç dolu… Fransızca bilmeye gerek yok, pankartlardaki grev yazıları okunuyor. 1968 yılının Mayıs ayı gerek Fransa gerekse de tüm dünya işçi sınıfı açısından bahar uyanışının yaşandığı bir dönemin habercisi olmuştur. İşçiler fabrikaları, öğrenciler okulları işgal ediyordu. Sokaklar, meydanlar işgal ediliyordu. Dört bir yandan işçi sınıfının mücadele talepleri yükseliyor, bir işgal fırtınası kopuyordu. İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar “bir başka dünya” istiyorlardı. Selam olsun dünya işçi sınıfına! Selam olsun mücadeleyi büyütenlere!
68’lerin Paris’inde işçi sınıfının gençlerini görüyoruz bu karede… Daha güzel bir dünyanın hayaliyle yüreklerini tutuşturmuşlar, kararlılıkla yürüyorlar. Hepsi sağ yumruklarını kaldırmış havaya, ortada en önde iki tane, gerilerde 3, 4 tane daha kızıl bayrak görünüyor. Adeta kızıl sancağını göndere dikmiş bir kavga bölüğü yürüyor Paris sokaklarında… İşçi sınıfı gençliğinin kavga bölüğü!
3 Mayıs 1968, Fransa’dan Renault fabrikasından bir fotoğraf… İşçiler “fabrika işgali ve süresiz genel grev” kararını oyluyorlar. 25 bin işçinin katıldığı oylamada, kararlılık yüzlerden okunuyor. Tüm işçiler ellerini kaldırmışlar ve onaylıyorlar grevi… Belli ki yüreklerinde tek bir şüphe tohumu yok. Ön saflarda birinin öylesine dolmuş taşmış ki inancı, tek elini kaldırıp onay vermek yetmemiş, kaldırmış iki elini birden. Bir kaçı gözlerini havaya dikmiş, neye bakıyorlar kim bilir? Bir fotoğraftan fazlası var burada… Hünerli ellerini grev için kaldıran ve sömürücü efendilerin suratına indiren bir fabrika dolusu işçi; iradenin ve kenetlenmenin tablosunu çizmiş sanki…
Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihindeki çetin yıllar… İşçi sınıfının evlatları kavganın şehri İstanbul’da yollara dökülmüş. Yaşları henüz 15 ya da 16… İnsanlığın binlerce yıldır süregelen hayalleriyle yürüyorlar. Yüreklerinde umut, yüreklerinde yepyeni bir dünya özlemiyle sel olup akıyorlar. İşçi sınıfının onurlu davasında yerlerini almanın gururu ve inancıyla haykırıyorlar; “Yolumuz İşçi Sınıfının Yoludur!”
15.45
DİSK’in kuruluşu
1967’ye ait iki fotoğraf görüyoruz, tarih 12 ve 13 Şubat. Üsteki fotoğraf DİSK’in kuruluş kongresinden… Kurucu kongrenin delegeleri, belli ki deklanşöre basıldıktan sonra güvercinleri özgürlüğe uçuracaklar. Bugünün bürokrat takımının ağzından düşmeyen “iş barışı” mavalı için olmadığını biliyoruz, emeğin özgürlüğe erişeceği günler için uçuruluyor güvercinler…
Alttaki fotoğraf ise DİSK kuruluş dilekçesinin vilayete verildiği güne ait... Tam ortada, sert bakmış Kuas. Kemal Türkler ise hemen onun solunda, yüzüne hafif bir gülümseme kondurmuş Kemal Başkan. DİSK’in çekirdeğini oluşturan sendikaların başkanları, hayli dikkat çekici bir duyguyla poz veriyorlar. İşçi sınıfının güçlü bir yapısının temellerini atmanın getirdiği bir özgüven olsa gerek bu.
Bu sefer gördüğümüz fotoğraflar 1970 yılına ait… Yukarıdaki fotoğrafı incelemeye başladığımızda iki duygu konuk oluyor evlerimize; sevinç ve gurur. Sevinç ve gururla yürüyor işçiler, Çoğu gömleklerinin birkaç düğmesini açmış, belli ki sıcak bir yaz günü… Evet, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinden bir kare! Omuzlanan pankartlardan öndeki rahat okunuyor, peki arkada? Zorlanıyoruz ama nihayet “Hepimiz Birimiz İçin” kelimelerini seçebiliyoruz. Hepimiz birimiz için dediler, birliğimiz için dediler. Gurur ve sevinçle yürüdüler karanlığın, sömürünün, baskının üstüne üstüne...
Altta ise bu şanlı direnişin ardından gözaltına alınan sendikacılar, işçiler tahliye oluyor. Önde işçilerin Kemal Başkanı, başlar dimdik… Türkiye sınıf hareketinin zirve noktasına, 15-16 Haziran’a tanık olmanın, imza atmanın haklı gururunu sırtlanmışlar da öyle çıkıyorlar dört duvar arasından…
4’ü grev gözcüsü 5 işçi kadın, kaya gibi durmuş bize bakıyor. Bir işçi kızı da muhtemelen anasının omuz başına dayamış omuz başını… DİSK’in grevci kadınları bunlar, Gıslaved Lastik işçileri… Fotoğraf 11 Ekim 1974’te çekilmiş, yani grevin 5. gününde! Gıslaved işçileri, 12 Mart Muhtırası sonrası ilk grevi gerçekleştiriyorlar. Yel kayadan ne alır demiş atalarımız, belli ki hiçbir şey almamış! 1968’in işgal fırtınasında, 1970 Haziran’ının şanlı günlerinde olduğu gibi sapasağlam Gıslaved işçileri, kaya gibi!
Pankartlar omuzlanmış, kortejler geçiyor. Meydan sabırsızca işçisini bekliyor. İşçiler ise dost kalabalığına kavuşmayı arzuluyor, bu nedenledir ki büyük adımlarla ilerlemenin telaşı içindeler. Pankartlardaki yazıların okunurluğunu koruma çabası hayli tanıdık. Tam bir bayram telaşı içinde işçiler, çocuklar gibi şenler… Ortamda muhteşem bir kendine güven, yok hayır sınıfına güven var. Yoksa küçük bir çocuk, sarı saçlı bir işçi çocuğu nasıl evindeymiş gibi rahat oturur?
15.50
Bir yanda
Yüzyılların birikmiş yönetme tecrübesiyle patronlar
Diğer yanda
Yüzyılların birikmiş öfkesiyle işçiler vardı.
Eğer işçiler yalnız kalsalardı
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlardan öğrenmeselerdi
Zordu işleri.
Fakat yalnız değildiler
Kuruldu komiteler
Duydular ki grev var
Duydular ki patronlar
Hakkını vermezmiş kardeşlerinin…
Ve fabrikalardan
Okullardan
Gecekondulardan
Akın akın geldiler.
Fabrikanın önünü işçilerin seliyle doldurdular.
Çaldı davullar
Çekildi halaylar
Çoluk çocuk
Kadın erkek
Yaşlı genç
Ve bütün fabrikalar hep birlikte haykırdılar:
“İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!
…
Öyle iç içe geçmişti ki işçiler ve komiteler birbiriyle
Elleriyle yürekleriyle örmüşlerdi en yıkılmaz duvarları
En sarsılmaz inançla birleşmişti duyguları.
Bütün şehir ve fabrikalar,
Aynı nehirde akıyormuş gibi akıyorlardı
Aynı anda, aynı inançla, aynı yere;
Çok yenmiş
Çok yenilmiş olanlara bakıyorlardı.
Ziya Egeli
17.00
Zor, kasvetli, kahırlı bir zamanın içinden geçiyoruz. Yaşamını ve tüm muazzam yeteneklerini yine böylesi zor zamanlarda işçi sınıfının mücadelesine nakşeden Nâzım Hikmet; “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlayın” diyordu. Eğer gelecek rotamızı çizmek istiyorsak, aydınlık yarınlar istiyorsak, dönüp tarihe bakmalı ve geçmişimizden öğrenmeliyiz. Unutmayalım ki tarihini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Gelin şimdi bir video izleyelim ve yarım asır öncesine; 1968’in dünyasına uzanalım. İşçi sınıfımızın bahar uyanışına, kalın betonları parçalayan mücadelesine tanıklık edelim.
17.20
Sene 1968. Dünya işçi sınıfı meydanlarda. Öfkesi derin, ümidi güçlü ve taze. Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla toplumun geniş kesimleri değişim istiyor, kapitalist sömürü düzenine başkaldırıyor. Bu dalga kısa süre içinde Türkiye’yi de sarıveriyor. Fabrika ve üniversite işgalleri bu topraklarda da görülmeye başlıyor.
1968 yılının Temmuz ayında ilk olarak Kazlıçeşme’de bulunan Derby lastik fabrikasının işçileri, toplu sözleşme yetkisinin gaspına karşı fabrikalarını işgal ettiler ve kazandılar. Derby işgal eylemi, emekçilerde büyük coşku uyandırdı. İşgal günlerine “İşçi-Gençlik El Ele” sloganı hâkim oldu. Fabrika işgalleri arka arkaya gelmeye başladı.
Onların açtığı bu yoldan başka işçiler de yürüyecek Kavel’de, Singer’de, Demir-Döküm’de, Alpagut’ta, Gamak’ta ve Sungurlar’da da işyeri işgalleri yaşanacaktı. Bu mücadeleler yasaların çizdiği çerçeveyi aşan eylemlerdi ve yasalara rağmen yapılmıştı. Yasal sınırlara hapsolmayan işçiler, güçlerinin örgütlü birliklerinden ve haklı olmalarından geldiğinin farkına varıyorlardı. Giderek kapitalist sömürüye başkaldırıyorlardı!
17.35
Bir bahar uyanışını andıran 1968’in ardından işçi sınıfının mücadelesi 70’li yıllarda da yükselmeye devam etti. Fabrika ve üniversite işgalleri, grevler ve boykotlar yeri göğü sarsarken sömürücüler tir tir titriyordu. Genciyle yaşlısıyla ayağa kalkan işçi sınıfı başka bir dünya istiyordu. İşçi sınıfının mücadelesi yükseldikçe egemenlerin baskı ve saldırıları şiddetlendi. Sadece dünyanın pek çok ülkesinde işçi sınıfının mücadelesini boğmaya giriştiler. Fakat bir yerde baskı ve zulüm varsa, orada direniş de vardır! Boyun eğmeyen insanlar da vardır! Tarih bunun sayısız örneklerini sunar bizlere. İşte bu direniş ruhunu kuşanan sınıfımızın 70’li yıllardaki destanlarından kesitler sunuyoruz.
18.35
1970’li yıllarda işçiler, sadece ücretlerini arttırmak için mücadele vermiyordu. Ekmeklerini büyütmenin yolunun pekâlâ siyasi konularda da söz söylemekten geçtiğinin, her alanda mücadele etmek gerektiğinin bilincindeydiler. Bundandır ki direndiler, sel olup aktılar. Bundandır ki yükselen işçi hareketini ve sosyalist hareketi bastırmak için kurulmak istenen DGM’lere örgütlü güçleriyle set çektiler. İstediklerini yaptılar, hedeflerine ulaştılar sonuçta; DGM’leri ezdiler.
Bir masanın çevresine oturmuş bir düzineden fazla insan… Belli ki bir toplantı yapıyorlar, önlerinde sayfalarca kâğıt… Söz sırası masanın başında oturan kare gömleklide olmalı; dikkatler ona kesilmiş. Bir dirseğiyle masadan güç aldığını ve bir elinde kalem tuttuğunu fark edebiliyoruz. Arkada bir pano ilişiyor gözlerimize, “Yaşatacak Seni Tunç Bileğimiz” yazıyor. 1928 yılında demiryolu işçilerinin yazıp bestelediği 1 Mayıs Marşından bir bölüm bu! Hemen üstünde de 1 Mayıs’ın o meşhur logosu görünüyor. 1976 yılında ressam Orhan Taylan’ın yaptığı bir afiş aslında bu. Bu toplantı da muhtemelen yine bir mitinge, greve, direnişe, bir işçi eylemine hazırlık yapan ressamların, çizerlerin toplantısı…
Genç bir işçi sandalyede oturuyor karşımızda, üzerindeki önlükten anlıyoruz ki Maden-İş’li genç bir metal işçisi… Şimdi saçlarına çoktan aklar düşmüş, ihtiyarlamış, torun sahibi olmuştur kim bilir? Fakat o gün gözleri DİSK dergisinin Mayıs-Haziran 1977 tarihli sayısında. Fotoğraflandığını bildiğinden olsa gerek, tanıtımını yapmak istercesine tutmuş dergiyi… Yayın hayatına 1973’te başlayan DİSK dergisi, işçilerin en önemli başvuru kaynaklarından birisiydi o dönem… Sadece grev ve direniş alanlarında değil, işçi evlerinde yatağın başucunda tutulurdu.
Dönelim fotoğrafa, belli ki bir mücadele alanında çekilmiş fotoğraf. DİSK dergisinden, Maden-İş önlüğünden, arkadaki afişten belli değil sadece bu! Muhtemelen en güzel kıyafetlerini giymiş, pantolonu jilet gibi ütülü, yüzü tıraşlı genç bir metal işçisi oturuyor karşımızda. DİSK’li işçiler greve, direnişe düğüne gider gibi gidermiş.
1 Mayıs 1977… Bir Pazar günüydü. İşçiler sabah erkenden uyanmış, en güzel kıyafetlerini giymişti. Dillerinde türküler, içlerinde tatlı bir heyecanla yollara düşmüşlerdi. Yüz binlerce işçi, coşkulu ve kararlı adımlarla 1 Mayıs’ın kutlanacağı Taksim Meydanı’na doğru ilerledi. İki ayrı koldan akın akın işçi giriyordu Taksim Meydanına. Alan dolup taşmıştı. Oyuncular, yazarlar, şairler de oradaydılar. 500 bin işçi ve emekçi sloganlarla, halaylarla, marşlarla işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününü kutluyordu. Vardiyadan çıkıp gelenler, saatler süren coşkunun ardından merdivenlere oturmuş, soluklanıyordu. Tetik henüz çekilmemiş, sömürücü cellatlar uğursuz rolünü oynamamıştı.
DGM’leri ezen işçilerin karşına çok geçmeden yeni bir engelle dikildi patronlar sınıfı… İşçiler taze bir zaferlerini, slogan haline getirmişlerdi bile; “DGM’yi Ezdik Sıra MESS’te!” Bir zaferin sözcüklere dökülüşüydü bu slogan, dahası bir hedefin, kararlılık ve inancın dile gelişiydi.
1 Mayıs 1978’den bir kare… Sınıfımızın kırmızı çatkılı kadınları talepleriyle çıkmışlar alanlara… Omuz omuza vermişler. Kimileri slogan atıyor o sırada, kimileri birbirine bakıyor. Hafifçe tebessüm ediyor birisi… Halklar arasında ayrılık gayrılık olmasın istiyor biri… İşçi kadınların bir asırlık sloganını yükseltiyor diğeri, eşit ücret alsın istiyor eşit iş yapanlar. Sınıfını bilen, sınıfının gücünün kudretini bilen birisi geçit yok diyor, faşizme! Kırmızı çatkılı kadınlarımız çoktan öğrenmiş dostu da düşmanı da, eğriyi de doğruyu da! İşçi sınıfıdır bu; mücadele ettikçe öğrenir, öğrendikçe de mücadele eder.
19.00
Her 1 Mayıs’ta meydanlarda görmeye alıştığımız, 1 Mayısla özdeşleştirdiğimiz afişin nasıl ortaya çıktığını, kimin çizdiğini biliyor musunuz? Hani üzerinde 1 MAYIS yazan dünya ve etrafa saçılmış çiçekler... Dünyadaki zenginliği işçi sınıfının yarattığı ve yine işçi sınıfının dünya ölçeğinde bir sınıf olduğu ancak bu denli basit ama son derece güçlü ifade edilebilirdi.
Ressam ve heykeltıraş Orhan Taylan 1976 Nisanının son günlerinde yaptığı bu afişle ilgili şunları anlatıyor: “Gece yarısı aradılar, afiş lazım... Ne zaman lazım? ‘Şimdi lazım’ deyince hemen oturup çizdim. Güçlük çekmeden afişi çıkardım. Hemen sabaha karşı geldiler, üçte dörtte, teslim aldılar. O kadar hızlı çıktı yani. Ben de çok mutlu oldum beğendikleri için tabii. Çünkü dünya işçi sınıfının bayramı kavramını ifade etmeye çalıştım. Ve düpedüz en kesin simgelerle: Dünya, işçi sınıfı, bayramı. Çiçekler saçılıyor etrafa... Afiş bu, bir bakışta anlaşılacak!
Taylan, 1 Mayıs için hazırladığı bu afişle ayrıca 1978’de Dünya İşçi Sendikaları Federasyonu'nun (WFTU) Prag’da düzenlediği uluslararası afiş sergisinde birincilik ödülü aldı.
19.10
O işçilerin Süleyman Hocasıydı… 1980 öncesinde metal işçileri DİSK-Maden-İş öncülüğünde MESS’e ve sermaye sınıfına karşı kararlı bir mücadele yürütüyordu. Maden-İş düzenli olarak eğitimler yapıyor, işçilere sınıf bilinci aşılıyordu. İşte bu eğitimlerde Süleyman Hocamız, kapitalist sömürü düzenini işçilere kavratmak, onlara mücadele bilinci ve ruhu aşılamak için çeşitli yöntemler kullanırdı. Tarihsel örnekler verir, deyimleri kullanır, konuyu basite indirgemeyi başararak anlatır ve kavratırdı. Bu anlamda, Türkiye işçi hareketi tarihinde Süleyman Üstün’ün önemli bir yeri vardır. 19 Mayıs 2007’de yaşamını kaybeden Süleyman Üstün Hocamızı saygıyla anıyoruz.
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişinin 2006 yılındaki yıldönümünde gerçekleştirdiğimiz UİD-DER'in açılış etkinliğinde Kemal Türkler'in sevgili eşi Sebahat Ablamız ile birlikte.
19.20
Bu topraklarda mücadeleci sınıf sendikacılığı geleneğinin var edilmesinde Maden-İş Sendikasının ve onun unutulmaz önderi Kemal Türkler’in emeği büyüktü. Kemal Türkler, 1960’lı yılların sonundan itibaren uzlaşmacı sendikacılık anlayışını reddediyor, sendikaların kapılarını sınıfın öncülerine açıyor, işçileri mücadeleye çağırıyor, işçi sınıfının siyasetinin etkin olması için çabalıyordu. Sendikalarına duydukları güvenle işçiler patronlar sınıfına karşı birleşiyor, geri adım atmıyordu. Grevler, fabrika işgalleri, kitlesel mitingler, DGM, 15-16 Haziran gibi büyük direnişler yaşanıyordu. Türkiye işçi sınıfı serpilip gelişiyor, tam anlamıyla bir uyanış yaşıyordu.
Geleceğin harcını karanlara selam olsun. Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan ekmek, gül ve hürriyet günleri için mücadele edenlere selam olsun!
19.50
1886’dan bu yana ABD’nin simgesi olan meşhur Özgürlük Heykeli Fransa’nın ABD’ye hediyesidir. Heykel ABD’ye ulaşır ulaşmasına ama böyle büyük bir heykeli ayağa dikmek zahmetlidir. Heykelin üzerine oturtulacağı kaide için nice bağış kampanyası düzenlenir. Bu kampanyalar sırasında bir kadın şair şöyle bir şiir yazar:
“Bana yorgun ve yoksullarınızı verin
Özgürlük solumaya hasret kalmış yığınlarınızı verin
Bereketli kıyılarınızın reddettiği sefilleri
Gönderin bana evsizleri, fırtınanın savurduklarını
Meşalemi altın kapının yanı başında taşıyorum”
Özgürlük Heykeli’nin dikilmesinden yıllar sonra bu şiir heykelin üzerindeki bir levhaya yazılır. Heykeli dikenlerin de şiiri yazan şairin de niyeti yoksulların Yeni Dünya’ya akmasını sağlamak değildir aslında. Ama yoksullar Yeni Dünya’ya akmaya devam ederler ve gemiler Yeni Dünya’nın kıyılarına doğru ilerlerken göçmenlerin ilk gördüğü bu heykel olur artık.
Göçmenler Yeni Dünya’ya vardıklarında heykelin görkeminin arkasında nasıl bir sefalet ve acı olduğunu görürler. Şiir adeta göçmen işçilerin, onların bu yeni dünyada yaşadığı acıların sembolü haline gelir. Tıpkı bugün Meksika sınırına duvar ören Trump gibi o dönemin egemenleri 1920’de ABD’ye göçü yasaklar. Kapılar yoksullara, yorgunlara, evsizlere, dışlanmışlara kapatılır. Ama göç de göçmenlik de kahır da devam eder. Elbette göçmen işçilerin mücadelesi de. Ve 8 saatlik işgünü mücadelesinin, 1 Mayısların arkasında göçmen işçilerin emeği ve kararlılığı da vardır.
“Göçmen” adlı şarkı Yeni Dünya’nın göçmen işçilerine adanmıştır. Bizler de bu şarkıyla dünyanın tüm göçmen işçilerini sınıf dayanışmasıyla kucaklayalım, Sınırların, sınıfların olmadığı bir dünya kurma mücadelemizi büyütme sözümüzü yineleyelim.
21.00
Şili denildiğinde akla sadece bakır madenleri gelmez. Direngen, mücadeleci, yiğit işçiler, gençler, kadınlar da gelir. Bir de sosyalist şair Pablo Neruda ve yine sosyalist müzisyen Victor Jara… Şili onlarsız düşünülemez. 60’lı yıllar Şili’de işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği yıllardır. Neruda şiirleriyle, Victor Jara da şarkılarıyla mücadelenin içindedir. Şilili emekçiler 1970 seçimlerinde sosyalist Allende’yi iktidara taşıdılar. Ancak egemenler Allende hükümetinin emperyalist çıkarlarına ters düşen politikalarından rahatsızlık duydular. Allende’yi devirmek ve işçi sınıfının mücadelesini bastırmak için 11 Eylül 1973’te faşist Pinochet önderliğinde kanlı bir darbe yaptılar. Binlerce insanı gözaltına aldılar ve katlettiler. Victor Jara, 11 Eylül günü binlerce insanla birlikte gözaltına alınarak Şili Stadyumuna götürüldü. Burada arkadaşlarına moral vermek, dirençlerini sağlam tutmak için şarkılar söyledi. Onun bu boyun eğmez, direngen tutumuna tahammül edemeyen faşistler, önce parmaklarını kırdılar, sonra katlettiler. Ama Jara’nın ve onun mücadele ezgilerinin ölümsüzleşmesini, Şilili emekçilerin yeniden ayağa kalkmasını engelleyemediler.
21.45
Yılgınlık, yorgunluk, umutsuzluk… 12 Eylül günleri… 12 Eylül 1980’de yapılan faşist darbeyle Türkiye işçi sınıfının örgütlülüğüne ağır bir darbe indirildi. İşçilerin mücadele örgütleri dağıtıldı, sendikalar kapatıldı, sendikacılar hapse atıldı, öncü işçiler işsizliğe mahkûm edildi. Darbenin zifiri karanlığının topluma kanser gibi yayıldığı dönemlerdi. “Her şey buraya kadarmış” diyenler, işçi sınıfının tarihsel rolünden umutlarını kesiyorlardı. Fakat çıktı birileri, bu karanlık ve kasvetli günlerde “olmaz” denileni oldurttu. Sınıfını bilen, ona tüm benliğiyle inanan, yüreklerini karartmamış birileri çıktı; “bu yasalarla grev yapılamaz” diyenlere grevin hasıyla cevap verdi. Onlar, ateş böceklerinin geceyi aydınlatması gibi yüreklere ışık demetleri taşıdılar. 1986’nın Kasım’ıydı, sahne artık NETAŞ Grevcilerinindi!
Netaş, İstanbul Ümraniye’de kablo üreten bir fabrika… DİSK/Maden-İş darbeyle kapatıldıktan sonra örgütlendikleri Bağımsız Otomobil-İş Sendikasıyla greve çıkan 3 bin 150 işçi… Sabırla örülen bir hazırlık dönemi, muazzam bir inanç ve kenetlenme, karınca gibi işleyen grev komiteleri, aile ziyaretleri, toplantılar, eylemler, dayanışma geceleri…
Darbe koşullarında bile işçilerin örgütlülüğünün patronları alt edebilecek güçte olduğunu gösterdi Netaş işçileri, kazandılar! Türkiye işçi sınıfının tarihine kuşaklar boyu feyz alınacak şanlı bir deneyimi kazıdılar. 12 Eylül karabasanına karşı buzu kırdılar, suyun önünü açtılar.
Bahar Eylemlerinde kadın işçiler
Netaş işçilerini 1987 Derby ve Kazlıçeşme grevleri, 89 Bahar Eylemleri, kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi, Zonguldak madencilerinin yürüyüşü izledi.
Deri işçileri, greve çıkmalarına karşılık lokavt ilan eden deri işverenlerini protesto ediyor. Tam 3000 deri işçisi 12 Eylül yasaklarına rağmen Kazlıçeşme sokaklarında yürüyüş yapıyor.
1987 Kazlıçeşme grevinde grev gözcüsü kadın işçiler. Fotoğraf karesine grev yerini ziyaret eden kadınlar da girmiş. Belki komşuları, belki akrabaları… Yüzlerinde mahcup bir gülümseme var. Belki ilk defa bir grev yerini ziyaret ediyorlar. Yine de işçi kardeşlerini yalnız bırakmamışlar. Grevci kadınların kararlılıkları ise gözlerinden okunuyor.
Başında örtüsüyle işçi kadınlar
en öndeler kol kola yürek yüreğe
dudaklarında bir ağızdan türküler var
kızlar gelinler illa kadınlar
“kahramanlık en çok onlara yakışıyor”
Bahar Eylemleriyle birlikte esnek çalışma, taşeronlaştırma ve özelleştirme gibi uygulamaların durdurulması için işçilerde büyüyen öfke de açığa çıkıyordu. Tekel’de, Paşabahçe’de, Seka’da, Sümerbank’ta, Telekom’da özelleştirmelere karşı direnişler yaşanıyordu.
22.25
Kasımpaşa, tersane işçileri… Bahar eylemleri sırasında akın akın gelmiş, hafif eğimli dönemeçte polis barikatına yüklenmişler. Birlik olmanın verdiği güç, oluşturdukları kütleyi daha heybetli ve karşı konulmaz yapmış… Nâzım Hikmet’in “Akın var, güneşe akın” şiirinden dizeleri akla geliyor; bu kuvvet, bu kuvvetin gücü yarıyor barikatları… Öylesine bir akış var ki, polisler bu akan güç karşısında tutunmaya çalışıyorlar ama geri geri gitmelerinden de anlıyoruz ki başarılı olamamışlar.
22.50
23.15
Swisscard direnişçisi ve o zamandan beri UİD-DER’li bir kadın işçinin notları
Yıl 1998... Sağlıksız çalışma koşulları ve düşük ücretler... Patrona karşı savaşmaktan başka çıkar yolumuz yoktu. Matbu işler yapan bir fabrikaydı. Tüm camları suntalarla kapatılmış, temiz havanın içeriye girişi engellenmişti. Tüm gün kimyasal kokulara maruz kalıyorduk. Öyle bir koku ki, dolmuşa binişimizle beraber gözler bize çevrilirdi. Patronla konuşmak sorunumuzu çözmedi ve bizi kavgaya davet etti. Cevabımız “davetiniz kabulümüzdür” oldu. Sendikaya üye olduk. İşten atılmakla aldık cevabımızı... Yılmadık, pes etmedik. Tüm baskılara rağmen, direnişe geçtik. Bizim olan, ellerimizle büyüttüğümüz fabrikamızı terk etmedik. Bir yıla yakın bir zaman direnişte kaldık. Hem de ne direniş! Evimizi taşıdık direniş yerine... Öfkemiz, kararlılığımız ve inancımızla birlikte, çocuklarımızı da kattık direnişimize. Yeri geldi direniş çadırında emzirdik evlatlarımızı... Kar kış demedik. Varilden bir soba yaptık, direniş ateşimizle ısındık. O ateşin etrafında halaylar çektik, sloganlarımızı, öfkemizi haykırdık.
Yıl 2020... O direniş ateşi hiç sönmedi, o öfke hiç dinmedi yüreğimizde. Evlatlarımızı da büyüttük, kavgamızı da... İşte buradayız! Bizleri o günden bugüne taşıyan, mücadelemizin devamına vesile olan, işçi sınıfının mücadele örgütü UİD-DER' deyiz. Her şeye inat, tüm inancımızla, bugün de büyüteceğiz kavgamızı...
23.45
23.50
O sadece ezilenler ve yoksullar için, işçi sınıfı için söyledi türkülerini… Ruhi Su; sazının teline sömürü ve savaşlar son bulsun, insanlığın acıları dinsin, yaraları iyileşsin diye vurdu. Tam da bu nedenle, yani böylesi onurlu bir aydın olduğu için ezilenlerin ezgili yüreği olduğu için attılar onu da dört duvar arasına! Hemen yanı başındaki hücrelere ise dostlarını… “Büyük İnsanlık” için aynı hayalleri kurduğu, aynı safta dövüştüğü dostlarını, eşi Sıdıka hanım ve diğerlerini… Kendine yapılanları, acıları unutur Ruhi Su ve bir türkü mırıldanmaya başlar.
Genç müzisyenlerce aslına sadık kalınarak yeniden düzenlenen ve Dayanışma TV tarafından yayınlanan Mahsus Mahal’i dostlarımızla paylaşıyoruz. İşçi sınıfının dört duvar arasına hapsedildiği bu süreçte, zulme boyun eğmemenin, mücadeleye inancın, gelecek güzel günlere duyulan özlemin türküsünü söyleyelim. Ruhi Su ile birlikte ve bir ağızdan!
00.30
2018 ve 2019 yılları işçi sınıfının isyan yılları olarak tarihe geçti. İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler… Şili’den Cezayir’e, Fransa’dan Irak’a, Lübnan’dan Cezayir’e sokaklara dökülen on milyonlar, başka bir dünya istediğini haykırdı. Ezilenler, sömürülenler, horlananlar dünya meydanlarını eşitlik ve özgürlük şarkılarıyla inletti.
Şimdi, UİD-DER medya ekibinin titiz bir çalışmayla hazırladığı bir videoyu paylaşıyoruz. Dünya gündeminin koronavirüs ile meşgul edilmediği bir süreçte, çok değil birkaç ay önce hazırlanan bu videoyu dikkatle izleyelim. Sömürücü egemenlerin neden bir virüsün arkasına sığınıp ondan bir tufan hikâyesi yarattığını, korkuyu neden körüklediğini, emekçileri neden eve hapsettiğini daha iyi anlayacağız. Fakat biliyoruz bu durum ilânihaye sürmeyecek! Kapitalist düzenin efendilerinin koronavirüs üzerinden bir süreliğine dondurabildikleri bu isyan dalgası, inanıyoruz ki yeniden yükselecek! Ne yaparlarsa yapsınlar asla engelleyemezler gelen günleri!
00.40
01.00
“Fotoğraf, Film, Şiir ve Şarkılarla Emek, Tarih, Yaşam” yolculuğumuzda; sömürücülerin neden korkuyla tutuşup korkuyla yandıklarını, neden zamanı korkuya boğduklarını, bugün neden bir virüsten bir tufan hikâyesi yaratarak milyonları evlerine kapattıklarını tarihin tanıklığında bir kez daha görmüş olduk. İşçi sınıfının o görkemli tarihsel eyleminden kurtuluşunuz yok! Direnç çiçeğinin gülleri geç açar, ama açtı mıydı çatlatır kayaları!
Biz, gecenin içinde gündüzü düşlüyoruz. Biz, çürüyen ve her şeyi çürüten kapitalizmin karşısında insanlığın geleceğini temsil ediyoruz. Sömürünün, sınıfların, adaletsizliğin olmadığı bir dünya uğruna canla başla çalışıyoruz. Haklı olduğumuzu biliyoruz. Güçlü olduğumuzu biliyoruz. Yeni bir dünya kuracak bir sınıfın evlatları olduğumuzu biliyoruz. Sınıfımıza ve mücadelemize olan inancımız dipdiri. Biz daha yürekli, biz daha bilinçli, işçi sınıfının yiğitleri… Biz yarını kuracak depremlerin müjdecisi…
O halde özgürlük isteyen ateşten yüreklerimizi birleştirelim, bir kez daha ve hep bir ağızdan söyleyelim: Umudu yitirme birliğini örgütle!